Didem GÜLCE

Tarih: 28.09.2024 13:01

CAN SİMİDİ

Facebook Twitter Linked-in

Hayatın olmayacak talepleri, baş etmemiz gereken her şey; ne yazık ki pek çok ve çok güçlüler; birine veya bir şeye tutunmak zorunda bırakır bizi. İnsan tek başına dağ olamaz; birinin omzuna yaslanmak, hüznünü biriyle paylaşmak, bölüşmek ister. Bu kimi zaman; annesi, babası, kardeşi, evladı, ailesi, sevgilisi, eşi, dostu, arkadaşı olur… Kimimiz ise; bir dine, bir ideolojiye, evde beslediği evcil hayvanına, gücüne, antidepresanlara, işine, parasına tutunur… Kimimiz yalnızlığına; içine çektiği dumana, içtiği bir kadeh rakısına… Bazen de yaşadığı şehre, hep geçtiği sokaklara, ait hissettiği mekânlara… Yaşlandıkça, anılara tutunuyoruz. Benim gibi; kitaplara tutunanlar da var, okudukça sayfaların arasında ki dünyayı dolaşarak uzun yollar giden… Bir de denize düşüp, yılana sarılanlar var ki; sonunda zehirlendiklerini anlasalar da, başka çareleri olmadığından mecburen tutunanlar. Bazıları ise; alev’e düşüp, şeytana sarılır can haliyle ve zaman içinde kötülüğün kendisi olur, başarının mutsuzluğuna tutunur. Ne acıdır ki bazen de tutunduklarımızın iyiliği için bırakmak zorunda kalırız. Geçtiğimiz hafta; tanıdığımız bir ailenin bir süredir hasta olan tek evlatları, hastanede yatarken başucunda ki annesi “Çok çektin, git artık kızım izin veriyorum” diye bir cümle kurmuş ve evladı ertesi gün vefat etmiş. Sonra sevdiklerinin yasına tutunur insan, yaslandıkça içi kanar. Çünkü kopuşlar öyle güçtür ki; izi kalır ve kopmaya çalışmak kendini parçalamak olur.

Gençliğimde radyolarda şiir programları olurdu, en önemlilerinden biri de Bedirhan Gökçe’ydi. Yatağımda gözlerim kapalı o güzel sesinden ünlü şairlerimizin en güzel şiirlerini dinlemeden uyumazdım. Programının kapanışını; “depremsiz, felaketsiz, afetsiz günlere yüreğimle!” diyerek bitirirdi... Şiirlere sarılan bir nesildik, dizelerden birinde kendimize dair bir cümleye rastlar, onunla avunurduk. Gençtik ve aşklara tutunurduk… İstedik ki; karanlık bu dünyada bizim için denize açılan bir balkon olsun, yorulduğumuzda yaslanacağımız bir dağ, düştüğümüzde tutunacağımız bir dal olsun hayatımızda biri. Oğuz Atay’ın çok bilinen kitabının adı gibi tutunamayanlar da var; yapıttaki başlıca karakter Selim gibi tutunamamış, ötelenmiş ve yalnızlaşmış… “Gerçekle düş birbirine karışıyor; yalanın nerede bittiğini anlayamıyoruz. Tutunacak bir dalımız kalmıyor. Tutunamıyoruz.” der. Çoğu zamansa umutlarımıza tutunuruz. Bir insan aynı kuyuya beş yüz kez düşüyorsa, o insan salak değildir, o kuyu çok tanıdık. Bazen insan bir ihtimale tutunur, belki düzelir, belki olur, belki güzel gider diye. Karanlık bir gecede, önümüze tutulan ışığa tutunup ardına düşeriz. Yolun doğruluğunu sorgulayacak ne gücümüz, ne de imkânımız vardır öylece ardı sıra takılıp gideriz. Gün ışığında çoktan yanlışımıza vardığımızı görürüz ama geriye dönüş, daha acı verici ve zor olur. O zaman da ne o deveyi güdebilir, ne o diyardan gidebiliriz. Çaresizce öylece oturup bekleriz. Öyle anları olur ki ömrümüzün; kalmakla gitmek, durmakla gitmek, tutunmakla kopmak arasında bir yerlerde sıkışıp kalırız. Sonuçta anlarız ki aslında en çok tutunduğumuz kişi, kendimiziz. Kimseye ve hiçbir yere varılmıyormuş, yorulup yine kendimize dönüyoruz. Günün sonunda uykuya yalnız ve ömrün sonun da ölüme yalnız varıyoruz…


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —