"Medeniyet ve yazı arasında olmazsa olmaz bir bağ var”
Yazar Mustafa İbakorkmaz: “Tarih yazı ile başlar. Yazının olmadığı zamanlara ‘tarih öncesi’ diyoruz. Bu nedenle medeniyet ve yazı arasında doğrudan ve olmazsa olmaz bir bağ var. Alfabesi ve yazısı olmayan toplumları bugün bile ilkel olarak tanımlıyoruz.”
Bazı yazarlar yaşamın kıyısında yürümeyi tercih eder ancak derin bakabilen kişiler, aslında onların hayatın tam olarak içinde olduğunu görür. O yazarlardan biri olan Yazar Mustafa İbakorkmaz ile “yazı ve etkileri” üzerine konuştuk.
Röportaj: Kibar Özkan
Yazar Mustafa İbakorkmaz’ı tanıyabilir miyiz?
1968 yılında, Kayseri’de doğdum. İlk, orta ve liseyi Kayseri’de okudum. Lisede biraz fazla zaman harcadım. Okul hayatıyla aram bozuldu. Sonrasında birkaç farklı bölümde üniversite tahsili yapmayı denedim. Açık söylemek gerekirse hayatın hengâmesi içerisinde üniversiteyi bitirmeyi başaramadım ama çocukluk yaşlarımdan itibaren bir okuma merakım var. Kitapla haşır neşir olmayan bir hayatı hiç düşünemedim. Sırf okuma yazmayla iç içe olsun diye grafik tasarımı mesleğini seçtim. Neredeyse otuz yıldır bu meslekle hayatımı kazandım. En başta düşündüğüm gibi bir hayatım oldu. Reklam ajanslarında, matbaalarda, gazetelerde geçti ömrüm. Hep kâğıtla mürekkeple birlikte yaşadım. Sayısını hatırlayamadığım kadar yazar ve şairin kitabını hazırladım. Birçok derginin çıkışına tanık oldum, tasarımını yaptım. Arkadaşlarımla birlikte dergiler çıkardık. Susku, Yediharf ve İmlasız dergilerini çıkardık. Esrar ve Semaver dergilerini çıkaran arkadaşlarla yakın dostluğumuz oldu. Bunların dışında daha birçok dergiyle yakın ilişkim oldu. Yediharf dergisi bünyesinde aynı adla yayınevi de kurmuştuk. Daha sonraki yıllarda bir grup arkadaşımla Edebiyat Yolcuları diye bir başka yayıncılık maceramız oldu. 1985 yılında, o zamanlar takip ettiğim bir dergiye özenerek yazmaya başladım. 1990 yılından itibaren de dergilerde öncelikle şiirlerimi sonra da yazılarımı yayımlamaya başladım. Türkiye’de yayımlanan belli başlı birçok edebiyat dergisinde yazılarım ve şiirlerim yer aldı. 1997 yılında, dergilerde yayımladığım şiirlerin bir kısmını derleyerek ilk şiir kitabım İlayda’yı çıkardım. Sonra yıllar içerisinde Beytül Ahzan ve Yağmur Divanı adında iki şiir kitabı, kitap eleştirilerinden oluşan üç deneme kitabı, Geride Kalanlar adında bir deneme kitabı, Yazarlık Üzerine Notlar adlı bir başka deneme kitabı ve son olarak Gezgin Dervişin Kamburu adında bir romanım yayımlandı. Hâlen dergilerde zaman zaman yazmaya devam ediyorum. İmkân bulduğumuz zamanlarda da gençlerle yazarlık atölyelerimiz oluyor.
Yazı size ne ifade ediyor?
Bir yazar, meselesi olan, derdi olan insandır. Benim de en büyük meselem, kendimi tanımak. Yazı, kendimi tanıma maceramda bana yardım eden bir araç. Bıkmadığım, usanmadığım bir yol gibi. Bu aracın iki fonksiyonu var: Birincisi yolculuğumu bu araçla yapıyorum. İkincisi de yolculuğu görünür hâle getiriyor. İnsanız ve unutmakla mamulüz. Yaşadığımız çok önemli anları bile unutuyoruz. Yaşadıklarımızın etkisiyle içimizde cereyan eden duyguları, aklımızda beliren fikirleri de unutuyoruz ama bunları kayıt altına alınca ortaya bir yol haritası çıkıyor. Yolun bizi ilerleyen zamanda hangi duraklara uğratacağını bilemesek de bulunduğumuz yere nereden ve nasıl geldiğimizi hatırlamamız gerekiyor. Yazı, işte bunu mümkün kılan şey.
Yazdıktan sonra dünyaya bakışınız değişiyor mu?
Yazdıktan sonra öncelikle kendime bakışım değişiyor. Dolayısıyla dünyaya da daha farklı bir gözle bakmaya başladığımı söyleyebilirim. Yazmak, dünyayı tanımaya çalışmanın birçok farklı yönteminden biri, disiplinli bir çabanın sonucu. Belli bir disiplin içerisinde dünyaya bakınca ister istemez bakışınızda değişimler oluyor. Başka yazarlarda nasıl olduğunu bilemem çünkü herkeste farklı tezahür edebilir ama kendi adıma, yazı maceram boyunca dünyaya ve içindekilere karşı daha esnek, daha toleranslı bakmaya başladığımı söyleyebilirim. Yazdıktan sonra yazılarımdaki kusurlarımı fark ediyorum. Yazarken çok beğendiğim, çok hoşnut olduğum fikirler bulduğumu düşünüyorum. Sonrasında yeniden dönüp baktığımda yazma esnasında fark edemediğim, atladığım birçok eksikliği görüyorum. Bu kadar kusurlu olduğumu görünce en azından insanın kusursuz bir varlık olamayacağını anlıyorum. İnsani ilişkilerimde kusur aramaktan kaçınıyorum. Öte yandan yazmak için gereken okuma macerası sürekli bilincimi geliştiriyor ve hassasiyetlerimi diri tutuyor. İlkelerimi ve değerlerimi sürekli eleştirel süzgeçten geçiriyor, sahip çıkmam gereken doğrulara daha bilinçli tutunuyorum.
NİÇİN YAZILIR?
Yazmak, içe yönelmenin dışında insanlığa ne katar?
İnsanoğlunun yaptığı tüm eylemler bir ihtiyaca cevap verir muhakkak. Buna bağlı olarak anlamı da vardır ama biz bazı şeylere işlevini aşan anlamlar da yükleyebiliyoruz. Bazı yazarlar, fikirleriyle yazdıklarıyla dünyayı değiştirmeyi amaçlar. İnsanlığın kurtarıcılığına soyunanlar da vardır. Kimi ünlü olmak kimi çok para kazanmak ister. Böyle bakınca yazmak, bir erdem olabileceği gibi çok sıradan menfaatlere de hizmet edebilen bir şeye dönüşebilir. Bu, yazının kendisinden çok, yazanın ona yüklediği anlamla ilgili. Yine aynı bakış açısıyla insanlığa kattığı değerler olabileceği gibi ona zarar da verebilir. Dünya tarihinde zaten yazının kaderi, kitabın kaderi bu nedenle biraz karışık olmuştur. Bir yandan çok yüceltilen bir yönü vardır. Kitabın kutsallığından ya da kutsal kitaplardan söz ederiz. Diğer yandan da tarih boyunca yakılan kütüphaneler, yasaklanan kitaplar gelir aklımıza ama kesin olan şey şudur: Yazı, insanlığa önemli ve önemi yadsınamayacak katkılar sunar. Felsefe tarihi, dinler tarihi, sanat tarihi ve bilim tarihi bunun kanıtıdır. Neredeyse insanlık tarihindeki bütün değişimlerin ve gelişimlerin içerisinde yazı muhakkak yerini alır.
Peki, kitaplarınızın insanların hayatına dokunduğunu düşünüyor musunuz?
Yazının ister istemez bir etkisi var. Ben yazarken insanların hayatına dokunmaktan korkuyorum çünkü çok büyük sorumluluk hissediyorum. Bu yüzden çokça düşünüp taşınıyor, her aklıma geleni yazmıyorum. Yazdıklarımı da epeyce bir süzgeçten geçirmeden insan içerisine çıkarmıyorum çünkü yazının en küçük ihtimalle kelebek etkisi gibi bir etkisi var. Sorumsuzca sarf edilen bir kelime veya bir cümle, bir başkasının hayatında büyük değişimlere yol açacak bir etki oluşturabilir. Üstelik konuşurken olduğu gibi yazarken de karşılaştığımız, müdahale edemediğimiz bir alan var. Sözlerimiz bizim kastımızı aşabiliyor, maksadımızdan bağımsız hatta hiç düşünmediğimiz bir anlamda algılanabiliyor yani yanlış anlaşılma ihtimali çok yüksek. Karşılıklı konuşurken belki özür dilemek, yanlış anlaşılmayı düzeltmeye çalışmak mümkün ama yazıda böyle bir şey söz konusu değil. Bir kez sizin kaleminizden çıktıktan sonra karşınızda kime nasıl etki ettiğini göremiyorsunuz. Belki yıllar sonra bir okur karşınıza çıkıp “Vaktiyle sizin şu yazınız benim hayatımda şöyle bir etkide bulundu.” diyebiliyor. Etkiniz olumluysa büyük mutluluk ama eğer olumsuz bir dokunuşla bir insanın hayatında kötü bir etki bırakıyorsanız büyük vebal. Hani Orhan Pamuk “Bir kitap okudum, bütün hayatım değişti.” diyordu ya. İşte yazarken bunu unutmamak lazım. Elbette yazdıklarımla dokunmak istiyorum ama bu dokunuş, insanı benim yazdıklarımdan bağımsız olarak kendi iç macerasına yöneltmeli. Böyle şeyler düşünerek yazıyorum. Dokunabiliyor muyum? Bunu bilemiyorum.
Klasik bir soru soracağım. “Sanat, sanat içindir.” düşüncesine nasıl bakıyorsunuz?
Sanatın sadece sanat olarak icra edilmesi bir marifet gösterisine dönüşür. O hâlde ancak o marifeti takdir edebilecek elit bir kitlenin beğenisini kazanmak için yetenek sergileme yarışı olarak kalır. Sanatı sadece toplum için yapmak da sanatçının maharetlerinin, içerisinde taşıdığı inceliklerin, fikirlerindeki derinliklerin bir kısmından vazgeçmesine yol açar çünkü vasatı gözettiğinde sanat, kendisinden taviz vermesini gerektirir. Bu da sanattan beklenen işlevleri, faydaları göz ardı etmek anlamına gelir. Dediğiniz gibi klişe bir soru ama bu tür sorulara cevap vermeden de üretim yapılamaz. Meselenin bir yerinde durmak gerekiyor. Ortaya çıkan ürün ya da eser de durduğunuz yeri belirlemiş oluyor. Kendi adıma söyleyecek olursam sanat insanın yapıp eylediği diğer tüm fiiller gibi insani bir edimdir. Dolayısıyla sanat ne yalnızca sanat yapmak için ne de topluma yararı olsun diye yapılmalı. “Sanat insan içindir.” dediğimizde insanın içsel derinliklerine, güzellikle ilgili arayış ve tatminine yönelik hassasiyet yerine gelmiş olur. Öte yandan insan için yapılan sanat, doğal olarak toplum için üstlenmek zorunda olduğu görevleri de yerine getirmiş olur.
MEDENİYET VE YAZI
Medeniyet ve yazı ilişkisini değerlendirmenizi istesem neler söylersiniz?
Tarih yazı ile başlar. Yazının olmadığı zamanlara “tarih öncesi” diyoruz. Bu nedenle medeniyet ve yazı arasında doğrudan ve olmazsa olmaz bir bağ var. Alfabesi ve yazısı olmayan toplumları bugün bile ilkel olarak tanımlıyoruz. Şöyle bir baktığımızda yazı ve medeniyet arasında öyle doğrudan bağlantılar var ki hayret verici derecede. Mesela Kayseri’deki Kaniş Kültepe neredeyse 6 bin yıl öncesine dayanan bir ticaret merkezi. Ticari bir merkez olduğunu nereden biliyoruz? Üzeri yazılı kil tabletlerden. Yine kil tabletlere bakarak gündelik hayattan hukuk sistemine kadar dönem hakkında fikir sahibi oluyoruz. Yazı o gün olmasaydı öyle bir hayat nizamı mümkün olmazdı. Yazı olmasaydı o zamanlar hakkında hiçbir bilgimiz ve fikrimiz olmazdı. Tarihte ve günümüzde ticaretten mimariye, edebiyattan felsefeye bir medeniyeti, medeniyet olarak adlandırmamıza yol açan ne varsa yazıya bağlıdır. Yine tarihe şöyle bir bakarsak yazının taşlara, kayalara kazındığını, kil tabletten kemiğe, deriden kâğıda kadar çok değişik mecralarla kendine yol bulduğunu görebiliyoruz. Eğer biz de bir medeniyet oluşturacaksak yazı ile ilişkilerimizi gözden geçirmeliyiz bu yüzden.
Teknoloji ve buluşlar, bildiğimiz hayatı her gün sarsıyor hatta yer yer saldırgan bir şekilde yıkıp yerle bir ediyor. Sorunuzda sezilen kaygı da bu yıkıcılığı hatırlatıyor. Bu yönüyle kaygıya kapılmak, irkilmek, belki kısmen tepki göstermek ve temkinli yaklaşmak gerekiyor ama bundan kaçınmak mümkün değil çünkü insanın tanımlarından biri de onun alet kullanan bir canlı oluşu. Kullandığımız her alet, bizi ilkellikten yani kendi asli doğamızdan uzaklaştırıyor. Bununla birlikte hayatta kalabilmemiz de buna bağlı. Biz diğer canlılar gibi doğayla doğal bir uyum içerisinde olan canlılar değiliz. Hayatta kalabilmemiz için aletlere ihtiyacımız var. Aletler ise sürekli gelişiyor. Bunun önüne geçmek mümkün değil. Sadece biraz dikkatli olmamız gerekiyor çünkü hayatımızı kolaylaştırmak için icat ettiğimiz aletler, teknolojiler doğal yeteneklerimizin bir kısmını unutmamıza yol açıyor. Söz gelimi bir gün yaşamak için avlanmak zorunda kalsak bu yetimizi neredeyse kaybetmiş durumdayız. Zaten distopya anlatılarına, filmlerine bakarsak işin sonunun nereye varabileceğine dair uyarılar görürüz bu tür yapıtlarda. Bu nedenle dikkatli olmalıyız yani geliştirdiğimiz teknolojiler, yaptığımız buluşlar bize insanlığımızı unutturmamalı. Sonuçta bunlardan etkilenen ve bu yüzden giderek bozulan bir doğada diğer canlılarla birlikte yaşamak zorundayız. Dikkat etmezsek yok ettiğimiz bir doğayla birlikte yok olacağız.
Sizce geçmişten bugüne insanların en büyük zaafı ne olmuştur?
İnsan, zaafları olan bir varlık. Bence en büyük zaafı da tahakküm etme isteği, iktidar arzusu. Bütün savaşların, yıkımların ve kıyımların yol açtığı, kardeşin kardeşi öldürdüğü, kuyuya attığı, köle diye sattığı bir dünyada yaşıyorsak sebebi bu zaafımız bana göre.
Eklemek istediğiniz bir şey var mı, yazı sevenlere ne söylemek istersiniz?
gazetehamburg okurlarına sizin aracılığınız ile selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Son olarak yazının var oluş sebebinin okumak olduğunu en başta kendime hatırlatıyorum. Öyle ya okuyan olmazsa yazılanların ne anlamı var?