Müzisyen Rıza Gökbayrak: “Eğlenceyi seviyor ama kaliteli eğlence kültürü yok bizim ülkemizde. Eğlence kapı gıcırtısına oynamak demek değil. Ben ülkemi opera ve tiyatro salonlarında görmek isterim.”
İnsanın söyleyemediği ya da özellikle söylemek istediğini etkili bir dille anlatır müzik. Dinlemesini bilenle konuşur da. Hayatını müzikle kazanan, bu işe gönül vermiş müzisyen Rıza Gökbayrak ile müziği, sanatı, sanatçıyı dahası yaşamın kendisini konuştuk.
Röportaj: Kibar Özkan
Sizi tanıyabilir miyiz, nasıl başladınız müzik yolculuğunuza?
Müzikal yolculuğuma sekiz yaşında başladım. 1997 yılında gitarlar çok pahalıydı. Açıkçası benim de gitar alacak param yoktu. Bu yüzden marangozda gitar şeklinde kestirdiğim bir tahta parçasının üstüne, ilkokulda kullandığımız kırmızı kalemle çizdiğim tel figürleriyle kendime bir gitar yaptırdım. Kuzenim de babaannemin turşu bidonlarını ters çevirdi, bahçeden iki tane kayısı dalı kopardı. Bu sayede bizim bir müzik grubumuz oldu. Gerçek enstrümanlar olmadığı için müzikleri ağzımızla yapıyorduk. Sonrasında müziğe olan ilgimi eniştem keşfetti. Kurs ücretleri de o zaman çok yüksekti. Bağlama dersi aldığım öğretmenim bize “Kursa verecek paranız yok biliyorum.” dedi. Karşılığında bizden kurs verilen sınıfı temizlememizi istedi. 18 yaşına kadar kursa gittik. 8 yıl bağlama eğitimi aldım. 8 yıl boyunca kendi yaşıtlarımın kullandığı tuvalet dâhil bütün kurs yerini temizledim. 18 yaşıma geldiğimde kendi tarafımdan artık siyasi konjonktürüm oluşmuştu. Kendi görüşüme uygun partilerin gecelerinde çalmaya başladım. Kendi başımıza ilk konserimizi düğün salonlarında biletli olarak vermeye başladık. Birkaçında çuvalladık. Bir kısmına sadece aileler geldi, düşündüğümüz gibi olmadı. Lise bittikten sonra ben Mersin’e gittim ve uzun yıllar kaldım. Sonrasında 35 şehir gezdim. Aranılan bir müzisyen oldum.
35 şehir gezmedeki amacınız bir arayış mıydı?
35 şehri bir arayış için gezdim. Çoğu kişi buna şaşırıyor ve “Neden bu kadar yer gezdin?” diye soruyor. Maksadım hem kendime bir yolculuk yapmak hem hayallerimi keşfetmekti. Mesela Mersin’e gittiğimde 10 TL vardı cebimde. 2004 yılında Mersin’in en ünlü barında çalmaya başladım ve gecelik 700 lira kazanıyordum. Parayla hayattan intikam aldım. Burjuvazi yaşantısını tattım, diyelim. Ambalajın insanın ruhaniyetine etkisi olmadığını gördüm. Arayışım hâlâ devam ediyor.
Müzik tarzınızdan bahseder misiniz, nasıl bir müzik yapıyorsunuz?
Bir enstrümanın ya da bir müzik tarzının doyuma ulaştırdığı bir müzisyen değilim. Çok farklı, çok renkli müzikleri seven ama sanat kalitesine önem veren biriyim. Bu tarz müziklerle yoğurdum kendimi çocukluktan bugüne kadar. Daha sonra gitar, cümbüş, perdesiz gitar çalmaya başladım. Gitar ve mızıkayı aynı anda olmak üzere on enstrüman çalabiliyorum.
Yetenek doğuştan gelen bir şey mi sizce?
Ben yeteneğin doğuştan geldiğine inanıyorum. Mızıkayı ilk aldığımda çok iyi müzisyen bile ancak bir yılda çalabilir, öğrenebilir deniliyordu. 10 gün sonra ben sekiz, on şarkı yapmıştım mızıka ve gitarla.
Müzik sektörünü buz dağına benzetirsek sektörün görünmeyen yüzü için neler söylersiniz?
Müzik dünyasında birbirini tekrar eden şeyler dönüyor. Bir şey tuttuysa bunun akabinde hemen muadilleri piyasaya sürülüyor. 1990’larda rap çok dinlenmezdi. O dönem yalnızca Almanya’da Cartel isimli bir grup vardı. 2000’lere doğru Sagopa Kajmer ve Ceza’yla tanıştık. Bu grup ve kişilerin altını çizmek isterim çünkü onlar kaliteli şarkılar üretiyordu. Günümüzde hiçbir sanatsal değeri olmayan, kalite barındırmayan herhangi bir dinleyicinin dünyasında bir şey oluşturmayan şarkılar pompalanmaya başlandı. Sektörün nabzını tutanlar, nirvanasına ulaşanlar toplumun müzikten alacağı faydanın peşinde değil. Bütünüyle piyasa koşulları hâkim. Mesela vefat eden Bergen, Müslüm Gürses gibi ünlü insanların filmlerini yapmak bir furya oldu. Ahmet Kaya’nın hayatını da filmleştirmek istediler, ailesi karşı çıktı. Neşet Ertaş için de yine öyle haberler duyduk. Şu anda müziğin içinde olan hiç kimsenin Bergen, Müslüm Gürses ve Neşet Ertaş gibi sanatçılar kadar etkili olabileceğini düşünmüyorum. En ağababalarının bile “50. sanat yılını Cemal Reşit Bey salonunda dostlarıyla kutladı.” gibi bir haberi olmayacak. Bunun altına imzamı atıyorum. Bu kişilere balon şöhret, diyorum.
Böyle bir sektörde sanatçı nasıl duruş sergilemeli?
Sanatçı, siyasi bir kanadı övmemeli ya da onların şakşakçısı olmamalı. Sanatçı her zaman muhalif olmalı. Bugün Avrupa sanat tarihine baktığımızda gerçek sanatçıların her zaman muhalif olduğunu görürüz. Günümüzde de sanatçılar muhaliftir. Yılmaz Güney’i örnek gösteririm ama insanlar Yılmaz Güney’in komünist olmasından dolayı beni de komünist olarak düşünür. Sanatçının muhalif olması, siyasi düşünceyle alakalı değil. Sanatçı, yönetime komünist bir rejim bile gelse, eksiklikler yaşansa, o yönetime de bugünkü yönetime nasıl ses çıkarıyorsa öyle ses çıkarmalıdır. Sanatçı olmak duyarlı olmaktır. Yılmaz Güney’in bir şiiri var: “Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili. Biz başkasının acısını acımız, sıkıntısını sıkıntımız yaptık. Kedilerin yasını tuttuk, kuşlara ağladık.” Sanatçı olmak; sokakta olmak, zaman zaman pazarda bulunmak, pazardaki manavın kaygılarını taşımak, sabah uyandığında Azerbaycan’a ya da Kobani’ye üzülebilmek, Berkin Elvan için Eren için dertlenmektir. Aslında sanatçılık dili, dini, ırkı, siyasi bir düşüncesi olmayan bir mefhumdur. Müzisyene, dört beş tane ceviz verirsiniz, bunun içini deler, ip geçirir, bir enstrüman yapar. Heykeltraşa cevizleri verirsiniz, o cevizi eserinin uyum sürecine sokar, heykelin bir parçası hâline getirir. Sanatçı, hayata duygusal baktığı için çağın tanığıdır aynı zamanda. Hikâyeden kendini çıkarıp toplumdaki düzensizliği, topluma nasıl davranıldığını ya da insani koşullardan uzaklığı görür. Günümüzde maalesef yaşadığı şehrin çıkış levhasını görmemiş insanlar var. Buna rağmen biat ve şükre dayanan bir gelenek var. Oysaki dünya çok güzel bir yer. Kendine gerçekten gönlüyle sanatçıyım, diyebilen kişi yaşamı sadece kendisi için istemez, yanındaki, mahallesindeki, sokağındaki insanların da kaliteli, refah düzeyi yüksek, huzurlu bir dünyada yaşamasını ister. Normalde bir sanatçının yaşamı zaten güzeldir. Mesela ben Mozart’la duşa giren, kahvemi içerken Beethoven, Çaykovski dinleyen bir adamım. “Bana ne dışarıdaki dünyadan.” diyorsanız siz çağın, toplumun kaygılarını taşımıyorsunuzdur, sanatçı da değilsinizdir, kalıcı eserler de üretemezsiniz.
Sosyal medya öncesi ve sonrasını bilen biri olarak siz bu platformlara nasıl bakıyorsunuz?
Sanatçıların, TikTok, Instagram ya da diğer sosyal platformlardan her sabah uyandığında “Ben uyandım”, “Merhabalar sevenlerim!”, “Şu an koşuya gidiyorum.” gibi bir cümleler kurması gerektiğine inanmıyorum. Sosyal medyayı verimli kullandığımı düşünüyorum. Sosyal medyada her gün insanlara katkıda bulunabilecek konuları paylaşıyorum. Kendimle ilgili çok az paylaşımım var.
Türkiye’den ve dünyadan örnek aldığınız birileri var mı?
Müzik kaydı olarak Erkan Uğur kalitesine çok saygı duyuyorum. Cem Karaca ve Barış Manço’dan etkilendim. Klasik müzikte özellikle Chopin ruhuma çok hitap eder hatta ben çoğu zaman duygulanıp Chopin dinlerim. Chopin, Hitler Döneminde Varşova’da yaşamıştır. Bütün hayatı sürgünlerde geçmiştir. Oscar Wilde ve Balzac’tan besleniyorum. Edebiyat ve müzik birbiriyle çok ilintilidir, kardeştir. Edebiyatı müziğe harmanladığım çok eserim vardır.
Türkiye gerçekten eğlenmeyi seven bir ülke mi?
Halk eğlenceyi seviyor ama kaliteli eğlence kültürü yok bizim ülkemizde. Eğlence kapı gıcırtısına oynamak demek değil. Ben ülkemi opera ve tiyatro salonlarında görmek isterim. Gerçek sanatçıların kaşesi 10 bin lira iken Tik Tok’tan fenomen olan, sözüm ona benim selamlaşmayacağım kişilerin 100 bin lira aldığı bir ülkede eğlenceden bahsedilemez.
Repertuarlarınızda şiirlere yer veriyorsunuz. Şiir insana ne katar?
Bir beste bestelenmeden önce şiirdir. Ben sahnede pişiren bir adamım. Şarkının ruhuna göre beynimde 8-10 bin şiir repertuvarım var. 6-7 bin kadar müzik repertuvarım var. Hâliyle şarkılara yakıştırdığım şiirler var. Mevlâna kültürünü, felsefesini eklerim mesela şarkılara. Uyum içinde olduğu için daha anlamlı hâle getirip buluşturmayı seviyorum. Sabahattin Ali’nin de dediği gibi “Bu dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan biriyim.”. Kafamın içi de pırıl pırıl. Dünyayı da öyle görmeye çalışıyorum. Dünyanın gittiği, yok olmaya yüz tuttuğu bu kara deliklere rağmen kendi küçük zihnimin içinde güzel bir dünya oluşturup bu dünyadaki güzellikleri de insanlarla buluşturmaya çalışıyorum. Felsefede bir cümlenin üzerine haftalarca konuşabilirsiniz. Şiirde, müzikte böyle derin bir alandır. 80’lerde anlaşılmayan şarkılar, türküler günümüzde biraz farklı bir yorumla söylendiğinde o müzisyeni ünlü etmiştir. Biraz geç anlayan, geç sahip çıkan bir topluma sahibiz ancak kendimize dokunduğu zaman fark ediyoruz.
Çok daha fazla tanınıp daha geniş bir kitleye hitap etme hayaliniz var mı peki?
Daha çok tanınma hayalim var. Pandemiden önce hazırladığımız bir klibimiz vardı. Askerlik dönemime denk gelmişti. Klipten dolayı üç gün geç teslim olmuştum. Bayağı bir emek verdik ama pandemi bizim sektörü daha çok etkiledi çünkü biz günlük çalışıp kazanan insanlarız. Devletten çok cılız yardımlar geldi. Sektörümüzde yanılmıyorsam 450 kişi intihar etti. Ben bekarım ama evli bir müzisyenin penceresinden pandemi ne kadar zor geçtiğini tahmin edebiliyorum. Şimdiye kadar albüm yapmadım. Bu, benim sorumsuzluğum olabilir. Aslında çok ciddi paralar da kazandım geçmişte. Belki de o donanımda hissetmiyordum kendimi. Bir konuda bir erginliğe ulaşmak zaten beklemeyi gerektiriyor.
Son olarak ne eklemek istersiniz?
Okuyuculara, bulunduğu evin, yaşadığı şehrin dışında bir yaşam olduğunu, şehirler ve ülkeler bulunduğunu, zamanın aleyhine aktığını, dünyanın gelip geçiciliğini, yaşamın kısa bir nefes alma süresi olduğunu hatırlatmak isterim. Duyarlı olmalarını, kaliteli sanata gönül vermelerini isterim çünkü toplum üzerinde çok etkili bir silahtır sanat.
Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirinden bir bölümü de vurgulamak isterim.
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için…