Mutlu olduğun yer vatanın, evin olur ya bazen. Küçük ayrıntılarda ararsın huzuru, mutluluğu. Ama şeker ile ama tuz ile biraz tebessüm etmek istersin, için kan ağlasa da bazen.
GÜNAYDIN HACI ABİ!
Arada sabah erken uyanıp, kahvemi içtiğim, hele bir de çıkmış ise Şennur ablamın yaptığı poğaça ve pişilerden kendime atıştırma yaptığım kafenin önündeyim. Kışın ayrı, yazın ayrı bir hissiyatı olan mahalle arası bir mekan. S-Bahn Königstraße arkasında. İşletmecisi Balıkesir eşrafından Hacı İbrahim Paşa ve eşi Hacı Şennure hanımdır. Firmadan ısmarladıkları birçok ürün dışında kendi hazırlayıp pişirdikleri vatan lezzetleri ile hizmet verirler o on metrekare mekanda.
ERKEN KALKAN ERKEN YOL ALIR.
İbrahim abi ve Şennur abla tüm mahallenin ve müşterilerin sevdiği, saydığı insanlardır. İnsan ilişkilerindeki sadelikleri bağlar öncelikle kendilerine insanları. Sabah saat beş ila beş buçuk arası açtıkları dükkanda hummalı bir çalışma vardır her gün. İmalathanede Şennur abla malzemeleri hazırlarken, diğer taraftan hazır ürünler önceden pişsin diye atılır fırınlara. Fırının ilk sıcakları Alman geleneği. Arkasında Anadolu geliyor gümbür gümbür. Pideler, pişiler, ıspanaklı ve kıymalı börekler. Ayağında çorap, üstünde giyilmiş sandaleti, göbekten hafif düşmüş eski model kapri pantolonu ile kapının önünde, bir metre elli beş santim boylarında, alnı açık, sakallı Hacı İbrahim abimiz. Süper Mario. Önce kapı önü süpürülecek. Arada gelen geçen ile sohbeti uzatınca, Şennur abladan yenen fırça ile zorla bitirilen süpürge işi yerini tezgahı ayarlamaya bırakır ki Hacı abi bu konuda uzmandır. İşler şipşak beş dakikada biter. Kahveler süzülüp, büyük termoslara konulur, şeker, süt, kağıt bardaklar tamamlanır. Bekle sonra tekkeyi. Bereketli olsun.
Paran olsa da, olmasa da içersin kahveni o mekanda. Sonra ödersin. Ödenmediği zaman kimse arkandan seslenmez, sonrasında da sana hatırlatmaz borcunu. “Unutmuştur” denir, seslenip utandırmazlar seni. Bu esasında eski bir Anadolu geleneği, yapabilene de bir şereftir göğsünde madalya gibi. Doğru ya! Nedir ki bir fincan kahvenin masrafı, kırk yıl hatırının yanında?
Bazen bilerek:
“İbrahim abi! Param yok, sonra veririm.” der beklerim. Hep o aynı hareket. Elinin tersi ile konuşmadan yollar beni.
Söylemene bile gerek yok. Hadi git! Der gibi.
Eskiden destansı bakkalların, muhteşem defterleri vardı. İçinde sadece sen ve bakkalın bildiği sırların olduğu o defter. Çoğunlukla paran olduğu zaman ödeyip, sildirdiğin, on bir lira iken on liraya yuvarlanan ama asla dokuz iken on liraya tamamlanmayan borçlar. Gofret almak isteyip, deftere yazdırmaya gelen çocuklara yasak olan o defterler. Çünkü o defterlerde her ay standart bir borç çıkar, evin reisi kendini ona göre ayarlar, ay başı, borcunu ödemeye gelirdi. Sürprizlere açık bir defter değildi anlayacağınız. Ve ödeyemediğimizde bir köşede bekletilen o defter. Bazen de utana sıkıla sorulan sessiz soruların defteri.
ALİ YAKINDA EVLENECEK.
Kahveyi Ali ile içeriz genelde. Uzun zamandır tanıdığım, o Göztepeli ben Karşıyakalı olsak da ana fikirde İzmir aşkı ile ortak bir nokta oluşturduğumuz kardeşim. Gelir gelmez sandalyeleri çeker birimiz ağacın altına. Diğeri alır gelir kahveleri. Ali’nin bitmek bilmeyen sigara tutkusu, dumanı ile boğar, kokutur adamı. Gerçi bu ara daha da fazla bir içmeye başladı o zıkkımı. Çünkü yakında evlenecek “Figen yengem” ile. Hayırlı olsun, tamamına ersinler. Beni de şahit yazmış sormadan. Sormasına da gerek yok. Bilir o nereye, kimi yazacağını. Sırf kendisine zarar olsun diye sigara içtiğimi, hatta içmeyi de bilmediğimi söyleyen Ali ile iki fırt sigara çekerim arada. Kalanı da kül tablasında son nefesini verir. Genelde ilk olarak yaşlı Alman komşularımız, yaşlı, küçük köpekleri ile sıra sıra geçerler önümüzden.
“Guten Morgen!”
Güle güle geldikleri şu dükkanın önünden Almanya’nın gerçek çocukları olarak selam vermeden geçmezler. İşe yetişmeye çalışan mahallenin ablaları, abileri, kardeşler. Bir yarım saat sonra hayalet modunda, bana kalsa aslında hala uyuyan ama yürüyen gençler. Yanımızdan geçerken zorla atılan kısa gülücükler ve tekrar zombi modunda S-Bahn’a yolculuk. En çok sevdiğim kısım da işin en sonunda. Kreşe giden mahalle çocukları. Rengarenk giysilerinin içinde bizlerden farklı, temiz, tertemiz, melek çocuklar. Özgürce bağırıp, çağıran, gülen, güneşi andıran çocuklar. Çiçekler. Arada büyüklerinden izin varsa şekerler ya da meyve suları ile uğurlanır kreşe. Sabah onlar ile tamamlanır işte o an.
Başlarda sessiz sedasız olan kafenin önü tam anlamı ile bir otobana dönüyor kısa zamanda. Seni o saatte, o sıcak yatağından kaldırıp, getiren gücün adı “geçmişe özlem”, sonuç ise; “ortak paylaşım alanı içerisinde bir avuç insanoğlu.”
Gittikçe asosyalleşen dünyamızın kalın çatlaklarında sıkışmış, geçmişimize dair siyah-beyaz resimler, anılar. Ve hemen hemen her sabah, o kafenin önündeki herkes, her canlı ortak bir paylaşım alanı içinde duygusal tatmin için oradalar.
Kendini nerede bulacağına inanıyor isen, oraya git!
“Gülümse!”