"İsviçreli doktor Johannes Hoffer tarafından 1688'de yaratılan 'nostalji' kavramı 'ev hasreti'ni tanımlıyormuş o zamanlar. Nostalji'yi bir hastalık olarak gören Hoffer, Latince 'eve dönme arzusu' 'nostos' ve bunu yapamamanın 'acısı' 'algos'tan türetmiş bu kelimeyi. Marcel Proust’un 'Bir yerin özlemini duyduğumuzda, gerçekte o yere karşılık gelen zaman dilimini arıyoruzdur; yerleri değil zamanları özleriz' sözlerini 40 yaşımı devirdikten sonra daha iyi anlar oldum. Felsefe profesörü Felipe De Brigard, Proust'un bahsettiği 'Zamanı özlemek' için insanın, illa da o zamanı yaşamasına gerek olmadığını eklemiş. Yani okuyup, öğrendiği bir zamanı hayalinde canlandırır ve o zamanı özlermiş nostaljikler.
İnsan anılarına bir tarihçi gibi değil, şair olarak döner çoğu zaman. Geçmişine olduğu gibi değil de; hülyalara bezenmiş, mutlu hatıraları şairane bir biçimde anar nedense. Hepimiz, geçmişimizin şairiyiz bir bakıma ve bu bizi bugünün kötü zamanlarından korur her daim. Geçmişimiz güvenilir, değişmez, sürpriz yapmaz ve yanıltmaz.
İnsanı yola çıkaran ve yoldan d ön döndüren şey hep aynı his: Yabancılık. Buradayım ve buradayız ama buraya ait değiliz gibi. Dünyaya ait olmak için çeşitli bahaneler üretiyoruz; evlerimiz, ailelerimiz, sevdiklerimiz, eğitimlerimiz, geleneklerimiz ve listemiz uzayıp gidiyor. Fakat hiçbiri tam olarak içimizdeki buralılık, aitlik boşluğunu dolduramıyor. Dünyaya dört elle, büyük bir hırsla ve şehvetle sarılsak da umduğumuzu bulamıyoruz, bütün hissedemiyoruz. Dünyalara da sahip olsan o “kapının eşiğinde, bavulunu hazır tutan yolcular gibi oturma” hissiyatı bir türlü bırakmıyor yakamızı. Tedirgin hissediyoruz, eksik, güvensiz ve tehdit altında nedense. Biri bize iyi gelebilir, bir şehir iyi hissettirebilir, bir hayvan bizi mutlu edebilir ama ait hissettirir mi? Nerelisin sorusuna illa bir şehir veya ülke adımı söylememiz gerekir? İnsan kimin yanında ve nerede hayat bulup çiçek açtıysa, aslen oralıdır. Bir de filizlenip, yeşeremediysek o zaman; gece ile gündüz arasında, postacısı oluruz kendi ömrümüzün. İçimizde yazdığımız mektupları taşırız, adresi belli olmayan umutlara… Masa üstünde boynu bükük kalmış, birer kağıt kaleme dönüşürüz… Hepimiz 18 yaşımızdaki halimizi özlüyoruz. Çünkü orada, güzel bir şey yoktu belki ama; olacak sanıyorduk, umudumuz vardı ve en önemlisi de buydu. Sonra bir şey oldu ve büyüdük; kimi seversek sevelim, kiminle hayatımızı geçirmeyi planlarsak planlayalım eninde sonunda değişip, dönüşecek. Hayat ve ilişkiler, sabitlenebilir kavramlar değildir. Geçte olsa anlıyoruz günü geldiğinde; özümüze dönüp, kabuğumuza çekilip, kendimizle yaşamayı ve anılarımızla baş başa kalmayı öğreniyoruz.
Tüm kitaplarını severek okuduğum yazar ve Psikiyatrist Dr. Irvın D. Yalom’a kulak verelim ve soralım kendimize. “Kendi yaşamınızı tam anlamıyla yaşadınız mı? Yoksa yaşam mı sizi yaşadı? Siz mi seçtiniz? Yoksa o mu sizi seçti? Sevdiniz mi? Yoksa pişman mı oldunuz? Yaşamınızı tamamlayıp tamamlayamadığınızı sorarken anlatmak istediğim buydu. Yoksa boşa mı harcadınız? Babanızı ailenin başına gelen bir felaket yüzünden çaresiz bir halde dua ederken gördüğünüz rüyayı hatırlayın. Siz de onun gibi değil misiniz? Siz de çaresiz bir halde, asla yaşayamadığınız bir hayatın yasını tutmuyor musunuz?”