Remzi UYSAL

Tarih: 06.02.2025 13:28

BEYAZ KÜHEYLAN’IM

Facebook Twitter Linked-in

Hayvanlar içinde atları çok severim.

At sevgisi ile ilgili bir anım var ki; hiç eskimez.

Lübeck’in iki dönem önce Belediye Başkanı olan Bernd Saxse, Lübeck SPD İl Sekreteri idi. Değişik konular ile ilgili parti binasına girip çıktığımız oluyordu.

Bir gün sabah saatlerinde binaya girdiğimde Bernd ve diğer çalışanlar kahvaltı masasına oturmak üzereydiler.

Davet edildim.

Benim bir sofradan kalkıp, bir sofraya oturan biri olduğumu beni tanıyanlar bilir ya, hayır diyemezdim ve kahvaltı masasına oturdum.

Masanın bir ucunda duran, dana etinden gibi görünen kırmızı pastırma, karşıdan “ye beni” der gibiydi.

Salam tabağının uzatılmasını rica ettim. Uzatılan tabaktan, tereyağlı ekmek diliminin üzerini kırmızı pastırma ile döşedim.

Pastırmanın tadı, daha önce yediğim pastırmalara pek benzemiyordu. Ben, ağzımda lokmayı çiğnerken, salamı nereden aldıklarını soruyordum.

Parti binasında çalışanlardan Christel, tarif etmeye çalıştığı bir at kasabı dükkanından aldığını söylemez mi!

Ağzımdaki lokma büyüdükçe büyüyor ve lokmayı bir türlü yutamıyordum.

Kahvaltı masasında oturanların da dikkatini çekmiş olmalıyım ki tuhaf bakışlar üzerime ok gibi gelmeye başladı.

Yerimden kalkıp mutfağa girdim, yutamadığım lokmayı bir peçeteye çıkarıp çöpe attım ve kahvaltı masasına geri döndüm.

Bana yönelen bakışların merakını gidermek için, “Ben atları çok severim.” dedim ve bu nedenle at pastırmasını yutamadığımı söyledim. Hoşgörülerini rica ettim.

Babam, köyler katibiydi.

Ben üç yaşında babamın beyaz kırsağının terkisinde köy düğünlerine, yağmur dualarına, üç saat süren yolculuklarla Susurluk’a giderdik.

Babam hükümet konağında bir dairede görüşme yaparken, ben diğer daireleri dolaşır, merakımdan ortalığı karıştırdığım da olurdu.

Beş yaşıma geldiğimde, babam, beyaz kısrağının benim için büyüttüğü doru erkek tayına bir yarış eyeri vurup köylere, kasabaya giderdi. Ben de beyaz kısrağın peşinden at sürerdim.

O köy düğünlerini unutmak benim için hiç mümkün değil.

Evlenme düğünü ise damat evinden davul ve zurna eşliğinde, komşu köylerden gelen genç delikanlılarla ay yıldızlı bayrağımız bilek kalınlığında, düzgün, üç - üç buçuk metre uzunluğunda bir sopaya geçirilmiş şekilde yola çıkılırdı.

Beş, altı veya yedi bayrağın eşliğinde gelin evine doğru ağır adımlarla davul ve zurna müziğinin eşliğinde delikanlılar sık sık korteji durdurup oynarlardı.

Evinden annesinin gözyaşlarıyla alınan gelin, manda veya öküz arabasına bindirilirken, gelinin ayakkabısının tekini kapan kişi damada koşar, “Gelin yola çıktı.” müjdesini verip iyi bir bahşiş koparırdı.

En önde giden bayraktarlar, boyunlarından geçirdikleri kalın deri askının ucuna taktıkları ucu sivri ve metal ile kaplı bayrak sopasını sıkı sıkı tutar, kendi köyünden olup oynayan gençlerin üzerinde bayrağı dolaştırır, özellikle sert rüzgârlı havalarda bayrağa hâkim olmakta zorlanırlardı.

Bazı bayrakların etrafı, tıpkı asker ocağında gördüğüm sancağa benzerdi.

Bayrakların sıralanmasında bazen kavga ve gürültü çıktığı da olurdu.

En uzak köyden gelen bayrak en sağda, o köyün bayrağı da ev sahibi olmasından dolayı en sol uçta yerini alırdı.

Sıranın sağında bayrak taşımak büyük bir ayrıcalıktı.

O köy düğünlerinde pehlivanlar güreş tutar, at yarışları yapılırdı.

Daha kendi atım yoktu.

Ben dört yaşlarımdayken, Eminpınar Köyü’ne bir düğüne gitmiştik.

Atlar uzun yoldan geldiğinde, yumuşak toprak zeminde yavaş yavaş gezdirilirdi.

Bu gezdirme işi, at çişini yaptığında sonlandırılırdı.

Biz babamla Eminpınar Köyü’ne geldiğimizde, köyün girişindeki düzlük alan olan harman yerinde, at yarışları için hazırlıklar yapılıyordu.

Babam, kısrağı yavaş yavaş gezdirmemi söyledi ve kendisi uzaklaştı.

Ben kısrağı gezdirirken, yarış için yerinde duramayan, yerleri eşeleyen atların sırasına geldiğimde, köylü amcalardan birine beni kısrağın üzerine bindirmesi için rica ettim.

Kısrağın sırtında ben, yarışacak atların sırasında yerimi aldım.

Yarışın başlaması için tabanca patladığında, beni görmüş olmalı ki babam, “Remziiiii!” diye bağırdığını duydum.

Elimdeki kırbacı aceleyle kısrağa yapıştırdığım gibi, ileri atılan kısrağın sırtından kabak gibi yere çakıldım.

Gözlerimi açtığımda, babamın kucağındaydım.

Beş yaşında doru tayın sırtında iyi bir süvari olmuştum.

Yedi yaşıma geldiğimde doru taya kendim binmek için babamdan ders aldım.

Ata sol tarafından binilir.

Bir tümsek, bir taş bulduğumda, doruya atlıyor, 40-50 adım sonra iniyor, omzumdaki torbadan bir avuç arpayı doruya ikram ediyordum.

Doru tayı yedeğimde birkaç yüz metre çektikten sonra tekrar biniyor ve bunu defalarca tekrarlıyordum.

Bu eğitim ile doru tay da bana iyice alışmıştı.

Atları halen çok seviyorum.

Çalışma masamda bronzdan küçük bir at heykeli olmasını hep istemişimdir.

İki gün önce, bir antikacı dükkânının önünden geçerken vitrinde, yeleleri alabildiğine uzun ve ipek gibi güzel, eyerli beyaz bir küheylan gördüm.

Dayanamadım, dükkâna girip küheylanı inceledim.

Bronz değildi ama pilli ve kişneyen, ön ayaklarıyla tepinen ve durduğu yeri eşeleyen plastik bir küheylana baktım, baktım.

Küheylan da bana bakıyordu.

Bana çocukluğumda, gençliğimde atlarla geçen yıllarımı hatırlattı.

Pazarlık etmeden beyaz küheylanı paketletip satın aldım.

Evde eşim, atın pilli bir küheylan olduğunu değil de, onu bir oyuncak at gibi görmüş ve kabul etmiş olmalı ki:

“Bu da ne?” diye sordu.

Ben: “Bu at, at, at!” dedim.

Eşim: “Çocuk gibisin!” dediğinde, büyük haklılık payına da sahipti.

Doğru; demek ki içimde hâlâ ölmemiş, atları seven, yaşayan bir çocuk kalmış olmalı ki bu plastikten pilli küheylanı gördüğümde, hiç düşünmeden alıp eve getirmişim.

Atları çok seviyorum.

Ben atlarla ve babamın meclislerinde büyüdüm.

İlk sosyalleşmem de böyle başlamıştı!

Avni’nin atlarının Süleyman Demirel’in evinde olduğunu okuyup öğrendiğimde, Demirel’i hep kıskanmışımdır.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —