Penelope, Homeros'un Odysseia destanında Odysseus'un eşidir. Odysseus'un yokluğunda saraya yerleşen erkekler arasından eş seçmesini ertelemek için gündüz ördüğü örgüyü gece sökmesi ile tanınır ve sadakat imgesi olarak bilinir. Bizim toplumumuzda kadınlar Penelope gibi, pencere önlerinde beklemek üzere yetiştirilir. İlk gençliklerinden itibaren, hayallerindeki gömleği diker ve sonra onu giyecek beyaz atlı prens beklerler. Sonra prens ruh hastası çıkar, bu defa da oğulları büyüsün ve kendilerini kurtarsın diye beklerler. Annesinin memesinden, babasının otoritesinden, arkadaşının kümesinden ayrılmayan biriyle evlenmeyin. Karşınızdaki insanın önce birey olmayı, bağımlı olmadan bağlı olmayı öğrenmiş olması gerekir. Yalnız kalabilme ve kendimizle barışık olma kapasitesine sahip olana kadar doğru ilişkiler kuramayız işin aslı. İnsanlar bedenlerine değil, ruhlarına eş aramalıdır. Unutmayın, her donanım her yazılıma uygun değildir. Ve evlilik geç kalınacak bir şey değildir.
21. yüzyıl sürerken en makul tavsiye "30'lu yaşlarda evlenmek". İçinde bulunduğumuz çağ, 30 yaşından önceki evliliği taşıyamaz; yükü çok ağır olur. Karakteri oturtmuş, neyi isteyip neyi istemediğini bildiği şartlarda evlenmek en sağlıklısı. Oturmuş bir kimlik inşa etmek, çağın gerekleri, geç ergenlik faktörü ve kişinin varoluşsal, sosyolojik, maddi manevi açıdan tamamlanması ancak 30'lu yaşlarına tekabül ediyor. Ki insanın bu kavşakta "yaşamına eşlik edecek eş"ini bulması için en ideal zamanı da başlıyor. Ve hepsinden önemlisi; kadınlar en önce "kendisinin annesi" olmalıdır. Çocuktan çok daha önce kendi varlığını doğurmalı. Ve erkekler de en önce "kendisinin babası" olmalı. Kendinin annesi ve kendinin babası olmayı başaran insanlar çocuk düşünmeli. Gelişme çağında değil de, gelişmiş hâlimizle evlenince ne karşımızdakinin ne de kendimizin ayarlarını bozarız.
“Rastlantı dünyanın en eski ilahi gücüdür. Birine rastlamanız bazen bir ödüldür, bazen de bir ceza,” demiş Jean Baudrillard. Benim rahmetli ve bilge babaannem de hiç tanımadığı ve duymadığı Jean Baudrillard'ı doğrularcasına şöyle demişti: “Evleneceğin kişi tamamen şansındır. İyi diye evlenirsin kötü çıkar, kötü olarak bildiğin biriyle evlenirsin iyi çıkar.” Yani, bir insanı değiştirebileceğinizi düşünerek girmeyin hiçbir yola. Ben bütün huylarına katlanabilir miyim diye düşünün. Ne dersiniz, birlikte olduğunuz kişi; şans mı, rastlantı mı, yoksa seçiminiz mi? Duyduğunuz ve hissettiğiniz nefret önce sizi zehirler. Hissettiğiniz sevgi önce sizi şifalandırır, unutmayın. İnsanoğlu yaptığı her şeyi önce kendisine yapar. Sanmayın ki, çelmeyi takan, yere düşenden daha mutlu olur bu hayatta. Kötü niyetle, iyi murada varılmaz.
Çoğu evlilik yalnız kalma korkusu ve kendini ispatlamak için gerçekleşiyor ne yazık ki. Evli insanların çoğu, sosyal ve ekonomik sebeplerden ayrılamadığı için bir arada kalıyor. Hayat zaten yeteri kadar yorucu ve stresli. İki insan bir araya gelip huzur bulamıyorsa, bunca stresin üstüne bir de ilişki stresini eklemesinin ne anlamı var? Gerçekten imrenilesi evlilik sayısı çok az ve onlar da zaten ilişkilerini gösterişsiz yaşıyor. Ahmed Arif, Leyla’sına seslenirken; “Başın, gözün ağrımasın,” diyor. Sevmek tam da bu aslında. Eskilerin dediği gibi; tek canı sağ olsun da, yel essin, kokusu gelsin tadında karşılıksız, hesapsız, kitapsız sevmek… Yol ayrılıkları, kavgalar, tartışmalar, küslükler olur. İnsanın doğası budur. Fakat beraber geçirdiğimiz güzel günlerin, yediğimiz yemeklerin, yürüdüğümüz yolların bir hatırası ve hükmü vardır. Bu hatıra gereği bize yakışan; birbirimizin ardından kötü konuşmamak, düşmanlık yapmamak ve karşı tarafın onurunu korumaktır. O kişi bu dünyada olmasa bile dostluk, arkadaşlık ve yoldaşlık kanunu işlemeye devam eder ve Jung’ın eski dostu Freud’u anarken söylediği gibi: “Saygı yaşamdan daha uzun sürer.”
Ve kitabın sonu şöyle bitiyordu: “O ilk gördüğü, tanıdığı, güvendiği, sevdiği insan değildi artık. Seven yanılmış, sevilen yabancılaşmıştı.” Nazım Hikmet