DOĞA
Afrika savanlarında yazın kavurucu sıcaklarında suyu bulabilmek için yüzlerce kilometre yol yürüyen filler, üç ile dört metre boyları ve ortalama yedi ila sekiz tonluk vücut ağırlıklarıyla yaradılışlarından beri hep aynı yolu takip etmişlerdir. Aslanlar açıkdıklarında kendilerine yetecek kadar olan avını avlayıp yedikten sonra kalanını alt grup canlılara bırakırlar. Yani akşam belki açıkırız ya da yarın öbür gün savaş çıkar, birkaç tane de bir köşede tutalım zihniyeti yoktur. Bir ağaç sana küsüp meyve vermemeyi düşünmez. Yani kısacası doğanın yasalarına biri dışında uyan bütün canlılar huzur içinde yaşarlar.
HAVVA’NIN ŞIMARIK ÇOCUKLARI
İnsanoğlunu yaradılışından beri ne yıldırımlar, ne depremler, ne yangınlar veya seller, ne zalim Firavunlar ne de onların katil orduları korkutup etkilemiştir. Kendilerine gönderilmiş peygamberleri bile düşman belleyip öldürmeye çalışmışlardır. Koca Musa asasıyla yarmış Kızıl Denizi, kurtarmış halkını ama iki gün sonra tartışıp kavga etmişlerdir. O nedense dünyanın her ülkesinde büyük şehirlerde heykelleri dikilmiş boğa putları için. Cezalarda bile parmağa batan iğne misali bir “ah!” çekilip üstüne daha da büyük işlenen intikam suçları tasarlanmış zifiri gölgelerde.
Hırsızlık nedir, ayıptır, yasaktır bilmişiz. Ama en iyi hırsız olmaya yarışmışız. Ölümden korkmuşuz. Öldürmede çağ atlamışız: öldürdüğümüz insanın çocuğunu da öldürüp yanına koymuşuz ardından sanki Picasso'dan bir sanat eseri edasıyla övünüp selfie'ler çekip kanlı YouTube çukurlarında paylaşmışız şeytanın. Ve bunları çocuklarımıza, torunlarımıza anlatmışız. Anlatırken gurur duyup tüylerimizi diken diken etmişiz, gözlerimiz dolmuş yıkılası gururdan. Katliamı biz yaptığımızda kahraman, başımıza geldiğinde de soykırım yaşamış olmuşuz. Aslan bile avının yavrusunu yemezken biz barbarlıkta rekorlar kitabında boş sayfa bırakmamış, kütüphanelerde ciltler halinde Deccal’in anılarını sıralamışız. “Bana dokunmayan yılanı” beslemeye and içmişiz.
“Asaletin kandan değil, candan geldiğini” unutmuşuz.
Değişen dünya düzeni bize nereyi ne şekilde gösteriyor, hemen hemen hepimiz görüyoruz. Ortadoğu'da başlayan savaş dalgaları ara ara nefes aldırsa da her seferinde daha ağırını yüklemiştir bize. Pandemiler, savaşlar, sözde ekonomik krizlerle korkuyu aldık. Yaklaşık 35 senedir süren hazırlık döneminin sonunda belki bir sabah şehirlerin karanlığını nükleer bombaların aydınlatacağını göreceğiz. Irak'ta, Suriye'de ve Ukrayna'daki ön hazırlıkları gibi. İşte o an yapabileceğin hiçbir şey olmayacak. Çünkü beklemiyordun. Pasifsin. Savaşı tanımıyorsun. Nereye gideceğini, nasıl ve neyle savaşacağını bilmiyorsun. Şok yanına korkuyu da taşıyacak, dizlerin bu yükü kaldırmada zorlanacak.
Ve önce sevdiklerinden hangisini kaybedeceğini düşünmeye başlayacaksın. Ama her an bunu düşüneceksin. Ve işte o an keşkelerin içinde boğulacaksın. Onlar gibi. Diğer bitenler gibi.
SAVAŞMAYI ÖĞREN !
Politik savaştan, sosyal yani paylaşımcı bir sistem kurma adına vereceğin sivil savaştan bahsediyorum. Silaha uzanma hemen elin. Sana karaktersiz, bilgisiz, yürümekten aciz, şizofreni liderlerden, politikacılardan, diktatörleri betonlastıran, mafyayı senin polisin yapan , sana sadece çalışıp elindeki telefon ile seni sanal kahraman yapan, TikTok mastürbasyonu yapmanı emreden bu güçten kurtulmandan bahsediyorum.
Okuması gereken çocuklarınızı vasıfsız işlere, alanlara sürmeyin. Eğitim şart; kaliteli bir gelecek için. Anneler, daha kucağında iken başlasınlar bu dönemin hazırlıklarına. Her konuda insancıl, modern, paylaşımcı olabilmeleri için ne gerekiyorsa. Babalar daha çok çalışıp, imkan sağlasınlar ilerlemelerine ailelerin. Daha çok korusunlar onları. Onların bizleri adaletli bir şekilde yönetmeye başladıkları o döneme kadar.
HAYDİ!
Atın üzerinizdeki o ağır, paslı zırhı! Dikin zor olsa da, acıtsa da yorgun, yaşlı belinizi. Sistem sizi bitirmeden, yenileyin dünyayı en güzelinden.
Yoksa dünya seni, beni, bizi bitirerek, yenileyecek kendini.
“Gülümse…”