Türkiye coğrafi açıdan gerçekten muazzam güzel bir ülke. Fakat bizim insanımız ne yazık ki, hayatları boyunca hiç Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov gibi yazarları okumamış. Caravaggio, Manet, Monet, Nolde, Osman Hamdi Bey, İbrahim Çallı gibi ressamların resimlerine bakmamış, sanat filmi seyretmemiş, evrensel ve toplumsal sorunları algılayıp üzerine düşünüp mücadele biçimi benimsememiş bir toplumdan oluşur.
Bendeniz de asla yalnız kalmayan, aşırı sosyal bir babaanneyle büyümüş biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, Türkler yalnız kalmayı hiç sevmez, milletimizde böyle bir huy yoktur. Beraber alışverişe gider, pazara gider, beraber ders çalışır, beraber eğlenir ve ağlar. Türkler sinemaya bile tek gitmez, hele dışarıda bir restoranda asla yalnız yemek yemez. Yalnız olmanın getirdiği güvenceye, tehlikelerden uzak yaşamanın konforuna güvenir. İşin aslı; yalnız kalamayan insanın düşünce ve gözlem kabiliyeti de yarım oluyor, yaratıcılığı ve iş çıkarma olasılığı da azalıyor böylelikle. Sosyalleşme zorunluluğu, asosyallikten daha sağlıksız bir zihinsel hâl aslında farkında olmadığımız. Zira sürekli sosyalleşen insan, en temelde kendinden, duygularından kaçıyordur. Kendisiyle yüzleşmekten, kendisiyle yüzleştiğinde göreceği şeyden korkuyordur. Asosyalse, kendisiyle ilişki kurabilme cesaretine sahiptir birçok anlamda. Nasıl aynı anda kendimize hem bu kadar yakın hem de bu kadar uzak olabiliyoruz, hiç anlayamıyorum. Her yerde sadece kendimize odaklanacak kadar yakın ama hiçbir zaman gerçek benliğimizle buluşamayacak kadar uzak!
Evlilik müessesesi de bizde yalnız kalmamak üzerine kurulmuştur. İki insan birbirlerini sever, birlikte yaşamaya karar verir ve akabinde aileler devreye girer. Kız isteme, söz, nişan, kına gecesi, düğün derken tüm merasimler hep birlikte, herkesin istediği şekilde icra edilir. Ben ailemle birlikte, eşimin işi dolayısıyla Kırklareli’nin Vize ilçesinde yaşıyorum 15 yıldır. Burada yazları her hafta sonu, dışarıdan gelen korna sesleri, mahalle düğünlerinin müzik sesleri eşliğinde yaşıyoruz. Akşamüzeri düğün konvoylarının uzun araba kuyrukları eşliğinde, korna sesleri başlıyor başımızı şişirmeye. Eğlenmeye, mutluluğu paylaşmaya asla karşı değilim ama birileri mutluluğunu kanıtlamak için, toplumu rahatsız ediyorsa bunun adı bencilliktir. Sonra evden kız çıkarma senfonisi eşliğinde başlıyor davul ve zurna. Eğer çevre binalarda dinlenen, hasta olan, üzüntülü olan veya yaşlılar varsa vay hallerine. Sonra mahallenin orta yerine kurulan düğün veya nişan organizasyonu başlıyor, aldığı paranın hakkını vermeye. Gecenin birine kadar, genelde kötü sesli bir amatör sanatçıyı dinlemek zorunda kalıyoruz, zira hava sıcak ve bütün camlar açık. Televizyon izleyemiyoruz, sesi duyulmuyor, uyuyamıyoruz şiddetli gürültüden. Hiç tanımadığımız birileri eğlenecek diye biz bütün gece rahatsız oluyoruz sonunda. Vallahi biz eşimle evlenirken düğün yapmadık, yakın ailemizin olduğu bir nikâh merasimiyle girdik dünya evine ve bundan ötürü tek bir an bile pişmanlık yaşamadım, bugün olsa yine aynısını yapardım hiç düşünmeden. Ama tarihi üç katlı bir konakta, kimseyi rahatsız etmeden harika bir kına gecesi ve sonrasında güzel bir balayı yaptık. Düğün yapmak isteyenlere saygım sonsuz ama bunun için oluşturulmuş özel alanlarda ve mekânlarda, başkasını rahatsız etmeden, sokaklarda korna çalmadan yapmaları gerekir diye düşünüyorum. Büyük şehirlerde, halka açık yerlerde düğün yapılamaz yasağı var ama ilçelerde bu durum söz konusu değil hâlâ. Köyleri dahil etmek istemiyorum, çünkü orada herkes birbirinin komşusu, arkadaşı, dostu ve sevinçlerini hep birlikte yaşamak hakları ve çoğu yerde bu merasimler için özel mekânları yok.
Hepimizde “insanları çok mutlu olduğumuz konusunda ikna etme” çabası var. Anları ölümsüzleştirme iddiasıyla kullanılmaya başlayan kameralar, en güzel anları katlediyor. Barınma ve güvenlik basamaklarından önce artık tanınma ve beğenilme ihtiyacı başladı, özellikle de gençlerimizde. Kimse reddedilen başvurularını, fazla kilolarını, sivilcelerini ve aldatılma şüphesini paylaşmıyor. Herkes aldığı çiçekleri, özel davet ve başarılarını paylaşıyor. Bizler ise ikincisine bakarak herkesin harika hayatı olup, bizim kaybeden olduğumuz yanılgısına kapılıyoruz. Ve başlıyor hayatımızdaki olumsuzluklar kıyaslanmaya. Hayatı sadece göstermek için yaşayanların yalan hayatları, bulanık zihinler biriktiriyor toplumda. Gerçekle görünen arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen yorgunluklar başlıyor. Sonsuz bir podyumda her an poz verir gibi yaşamak ruhları fena halde yoruyor. Gerçek şu ki, bugünün modern insanı eskinin ilkel insanından daha çaresiz ve yalnızdır...