MONOTON
Sıcağı kadar ayazı da meşhurdur İzmir'in. Kemiğe vurur, yürütmez bazen. Yine soğuk bir İzmir sabahı. Üniversiteye yaklaşık bir buçuk iki saat arası süren bir yolum var. O küçük otobüs durağı işe ya da okula gideceklere mapus olmuş. Yine dolu. Genelde hep geç gelen otobüs bozulmaz ise ulaştırıyor bizi hedefe. İte-kaka bindiğimiz otobüsde kalabalıklar arttıkça, artan akrabalıklar var. Yine yer yok. Boşalan koltuğa yapışıp, manzaraya dalan gözlerim. Sağ tarafımda kokan körfez, sol (!) yine hep gecekondu, hep yoksulluk.
Gidesim de yok aslında okula ama yola çıkmışım bir kere. Okul kavşağındaki son durağa varış yaklaşık iki saat sürdü. Şaşırtmadı. Ayazda yetim kalmış ayaklarım beni dershane yerine sıcak kantine kadar sürükledi süre süre. Rüşvetim de iki gevrek, bir duble çay. Çayımı içer iken buğulu camdan gelip geçenleri izlemek en büyük zevkimdi o kantinde. Biraz zaman geçtikten sonra kapı büyük bir hışım ile açıldı. Kapı eşiğinde gözleri yakan bir nur duruyor. Bir çiçek kokusu kapladı tost kokulu kantini. O da neydi gı?
AFRODİT KAPIDA
Işık aralandı. Gerçek olamayacak kadar güzel bir prenses duruyordu eşikde. Parlak siyah saçları, pürüzsüz beyaz tenine çatı olmuş, kalem ile çizilmiş olsa onunkinin yanında sahte kalabilecek yüz hatları; kaş, göz, burun Afrodit. Deri ceket altına dar bir kot pantolon ve deri ceket ile takım olmuş bir kovboy çizmesi. Gözleri biraz arandikdan sonra nedense bende kaldı. Kalbimin gümbürtüsü beynimde düğün yapmaya başladı o an. Gözleri ile bana bir şeyleri anlatmak istiyor gibiydi sanki. Birden bana doğru salına salına gelmeye başladı. Karnımdaki karıncalar da halaya kalkmıştı. Yanımda gelince daha da derinlere baktı yanan gözleri ile benim o küllenmiş gözlerimin içine. Kim bu afet ül Kantin? Ayaklarına baktım. Ters de durmuyordu. O an kalkmak için kullanmam gereken tüm kas gruplarımın kontrolüm dışı kaldığını farkettim. Son nefesimi vermem için yedeklediğim gücü kalkmak için kullanıp dikilmeye çalışdım. Aramızda sadece yirmi santimetrelik bir mesafe vardı. Bir sürpriz daha yapıp kulağıma doğru usulca yaklaştı. Kısık, etkileyici bir ton ile :
-“hadi ! Kalk ! “ dedi. Ne için? Bir anda kara kara bulutlar çöktü her yere. Tozu dumana karıştıran bir Fırtına devam ettirdi azabı. Kıyamet günü dedikleri o gün müydü?
Gözlerimi açamayacak kadar yükseldi afetin seviyesi. Bir sessizlik düştü arkasına. Ve soğuk. Bir ışık hüzmesi ile açtım gözlerimi. Açıldıkça, anlamlandı o anki halim. Karşımda yaklaşık bir metre altmış santimlik bir abi. Kravatı aşağıda, yana kaymış, gömleğinin ucu pantolon dışında, göbeği de görünüyor üstelik. Bizim Manav İsmail tipinde bir şoför abimiz. Uyumuşum.
Hadi kalk! Yeğenim son durak.
Yıkılmıştım. Uykunun bu halini de yaşamış oldum ya! Sonu abiye bağlanmış bir büyük Yeşilçam yapıtı. İyice çöken psikolojim ile inmeyip, tekrar geri gideceğimi söyledim. Dönüş biletimi attıkdan sonra oturdum yerime. Yol boyunca çökmüş zihnimi yenileyip, tekrar uyuma adına neler yaptım neler. O ana dönüp, kalanı yaşamak adına belki. Amaaa..
ANI YAŞAYIN AMA KÖLESİ KALMAYIN.
Hayaller çoğunlukla geleceğimizin harcı olurlar. Ama sonuçta yaşadığımız en güzel anlar : en güzel tatiller, en güzel yemeler-içmeler hatta yaşanmış birçok aşklar, kötü anlar bittiginde, ertesi gününe rüya olarak kalırlar. Arkasında bir silik tebessüm ya da çizikler bırakırlar. Yani rüyasında yandığım o bayan ile o anı yaşamış olsaydım bile sonrasında yine rüya olarak kalacaktı tarihin o tozlu sayfalarında.
Anı yaşayıp layığı ile yerinde bırakalım. Güzel olanları en güzel yerlere bırakalım. Kötü olanları da tekrara sürüklemeyelim. Kabuslardan uzak olsun rüyalarınız.
Gülümse…