Sene 1990. İzmir-Karşıyaka Havva Özişbakan Lisesi son sınıf öğrencisiyim. Güzel bir ilkbahar sabahı. Ve nedendir bilinmez, okula koşa koşa geliyorum. Ekstra bir enerji, bir libido mu desek?
Okulun bahçe kapısından içeri girdim. Biraz geç kalmıştım. Neredeyse herkes okula girmiş, sondaki öğrenciler merdivenlerde ilerliyorlar. Hızlı adımlarla okulun binasına yönelirken bir ses:
Evladım! Buraya bakar mısın?
Dönüp baktığımda, okul müdürünü kendi tarafındaki "halka sesleniş balkonunda" gördüm. Tüm müdürlüğüyle orada duruyordu.
Günaydın hocam! Buyurun!
Nereye gidiyorsun?
İçeri, sınıfa hocam.
Bir şey unutmadın mı?
Düşündüm.
Para?
Genelde o dönemlerde bizde olmayan bir obje.
Cep telefonu?
Daha icat edilmemiş. Ya da edilmişse haberim yok. Yani bana hep yok.
Kıyafet?
İzmir’in o bahar sıcağında, oramızı buramızı pişiklere boğan, hem kışlık hem de yazlık niyetine giydiğimiz kalın takım elbise, darağacında asılıyormuş gibi sıkılmış kravat, boyalı ayakkabılara kadar tam donanımlıyım.
Eyvah!
Okul döneminde defter, kitap taşımayan modellerden olduğum için durup kaldım. Kesin konu direkt bu noktada yoğunlaşacak. Evet! Tek konu bu olmalıydı. Safa yatıp:
Bulamadım hocam. Sizce nedir eksik olan?
Sen en önemli görevini unuttun. Varoluşunun sembolü, geçmişin, geleceğin, aldığın nefesin.
Ne oluyor ya? Adam mafya lideri gibi beni tehdit mi ediyor? Anlayamadım.
Nedir hocam?
Tabii ki Atana selam vermeyi.
Babamdan mı bahsediyor acaba?
Bu arada parmağıyla bana Atatürk büstünü gösteriyordu.
Atana selam vereceksin!!!
Tam anlamıyla, hayatım bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Benim gibi birine neyi, nasıl ve nerede anlatmaya çalışıyor? Yani yanlış yer, yanlış adam oyununa yakalanmıştı Şeytan.
Hocam bir saniye!
Deyip okul kapısından çıkıp tekrar içeri girdim ve Atatürk büstüne doğru ilerledim. Sesimi biraz da yükseltip:
Atam, günaydın! Afiyettesiniz inşallah! Saygılarımla,
Deyip müdürüme doğru yöneldim.
Hocam, size de günaydın!
Dedikten sonra sınıfa doğru yürümeye başladım. Ardından sevgili müdürüm, beni merdivenlerden çevirip odasına çağırdı, davet etti. "Kara kaplı" disiplin yönetmeliğinden "itaatkâr olmak" adına bir bölümü okuttu.
Bu zaten bizde, müdürümüzle en çok yaşanan, tekrara düşen bir durumdu. Ama alışmıştık bu durumlara, o hâlâ "bize alışamasa" da. Hâlâ hayatta mı, bilmem ama onun...
Ben asi, hareketli bir öğrenci olsam da büyüklerime saygı, küçüklerime sevgi konusunda geleneklere uyan bir gençtim. Şimdilerde pek görmesek de zamane gençlerinin sayısı o dönemde çok ama çok fazlaydı.
O gün geri zekalı bir yobaz olsam, Atatürk düşmanı olurdum. Belki de şimdilerde yobazlık çizelgesinde adı sayılır bir numaram olurdu. Elimde balta, büstleri ziyaret ederdim. Unutmayalım ki: temeline atılan sağlam beton, ardından sağlam yuvaları yükseltir.
Bizler Atasına, bayrağına, vatanına, halkına karşı hassas ve bu konularda devamlı yükselen bir çizgisi olan gençlerdik. Ne kadar da bizi yolumuzdan etmek isteyen kurtlar, koyun postunda gezip, yıpratma adına türlü türlü oyunları deneseler de.
Biz hep var idik.
Var da olacağız.
Aydınlık yarınlar için:
"Gülümse..."