Telefonu her çaldığında zıplayıp dışarı çıkışı dikkat çekiciydi. O komik görünümünün yanında, yüzündeki o korku çizgileri onu tanıdıkça daha da bir anlam kazandı. Sonradan öğrendim ki, o tam anlamıyla bir “ithal damat” imiş. Miş yani.
İthal ürünlerin en revaçta olduğu dönemde kendime bir Çin malı cep telefonu almıştım. Telefondan çok bir televizyon, bir radyo gibiydi. Sesi yüksek, pili uzun dayanan, alışık olmadığımız kadar güzel grafik ve çözünürlük... Ve dönemin şartlarına göre epey ucuzdu. O güzel özelliklerinden olsa gerek, benden başka herkesin kullandığı bir el aleti konumuna gelmişti. Arkadaşlarımın elinde, evdekilerin elinde, eve gelen çocuklar ağlayıp zırlamasın diye onların ellerindeydi… Benim olması, benim kullanmam gereken, benim parasını ödediğim şey, onların elindeydi. Sonra bir gün bozulup elime verildi “p.ç” gibi.
“İthal damat” esprisi belki de sadece Almanya’da, Almanya’ya Türkiye’den evlenip gelen damatlar için üretilmiş, hatta üzerine ansiklopediler yazılıp cilt cilt basılmış bir konudur. Ama bakın, sadece Türkiye’den gelenlere ve sadece Türklerin dillendirdiği bir konudur bu tema. Genelde üstü kapalı bir alay, baskılamayla sana hissettirilmeye çalışılan karakteristik bir etiket. Hani yeri gelir de, “Haddini bil!” gibi kullanılır alttan alttan. Sanki Türkiye’den değil de, bir başka üçüncü dünya ülkesinden kaçırılarak hayatı kurtarılmışçasına sergilenen bir oyun. İçinde az aşk, az fantezi olsa da, özellikle bir kısmında kendini yoğun bir şekilde dram olarak gösterir. Dram...
İlginç olanı da şudur: Kurbanların—pardon, damatların—çoğu bu hazırlanmış karakteri doğrudan üzerlerine alırlar. Sorgusuz, sualsiz. Üzerine kata kata. Yani role giriş bedava. Direnme, pazarlık yok. Bedenden önce terk edilmiş beyinler ne ile doldurulursa onunla çalışıyor. Yani dizel, benzin, bolca gaz ile...
Bu tipler ileride çok tehlikeli olabilirler “mal sahipleri” için. Baskılanmış, tutsak gönüller yani seviyesizce bunu kabullenmiş vücutlar, ileride ilk fırsatta yollarını değiştirirler sinsice. Bukalemun olurlar sana. Hayvanlar âleminin en renklisi… Dilleriyle “şak” diye kaparlar ortada ne varsa. Her tonunu gösterirler hızlı hızlı. Sizi eğlendirmez bu sefer, acı verirler her ekleminize. Çünkü baskılanmış olan, basacağı günü bekler her gün.
Ne basandan ne de basılandan olmamak için, insan olmanın o “mavi-pembe” kitabını okumak, anlamak gerekir. Anlayıp, uygulayarak.
Yoksa hepimiz “ithal” değil miyiz bu dünyada?
Zamansız gelip, zamansız gidenlerden.
Etrafınızda ne olursa olsun siz yine de:
“Gülümseyin...”