“Ben Çiğdem… Yüksek dağ eteklerinde, kayalar arasında mücadeleyle var olan bir çiçek oldum hayatım boyunca. Bir eylül ayında, hüzün mevsiminde gözlerimi açmışım sarı, kasvetli dünyaya. Yıllardır duymayanlara kendi kendime konuşup, duyanlara sustum hep. Aklımda tuttuklarım aklıma sebep olmadan, sustuklarımın içinde boğulmadan, ölüp harlanmış ateşlere yürümeden, haksızlıklara yaptığım gibi suskun gitmekten korkup, meramımı anlatmanın zamanıdır diye başladım yazmaya… Açıkçası korkuyorum aslında, kendi sözlerimi okumaktan ve kendimi o sözlerin içinde okumaktan da. Söz gümüşse, sükût altın değil, zehir oluyor bazen diye, yazdıklarımı kendime hesap sorma vesilesi yaptım. Bir de cesaret lazımdı… Okuduğum Gündüz Vassaf, Ressamın İsyanı adlı kitabında; “Neden ressamlar gibi yazarlar da kendilerinin, yakınlarının sözlü portrelerini yapmaz? Neden kendileriyle, sevdikleriyle içtenlikle yüzleşmezler? Edebiyatta yok böyle bir tür. Yazsana anneni, sevgilini, oğlunu.” diye yazmış, ben de oturdum yazdım.”
Yeni çıkan Kapı adlı kitabımın ilk sayfası böyle başlıyor… Devamında çocukluğumdan bugüne kadar yaşadığım duygularımı aktarıyorum okuyucuya, yazdıklarımı değil asıl ‘ben’i paylaşıyorum. Bu cesaret istiyordu, çünkü insanların birçoğu hissettiklerinin dışa vurulmasını istemez, zayıflıklarından korkar ve onları saklama eğilimine gider. Bense bir cesaret ve cüretle, içtenlikle anlattım; olan, olmayan, acıtan, kanatan, sancıtan ne varsa… Birçok okuyucu inanıyorum ki benim cümlelerimde kendini ve söyleyemediklerini bulacak.
Bir kitap okursunuz, hayatınız değişir. Bir şiir sizin en kötü gününüzde size yoldaş olur. Bir şarkı dinler, coşarsınız. Bir film izlersiniz, bütün bildiklerinizi unutup yeniden başlarsınız. Sanatçı sizinle rüyasını paylaşır, hayallerini anlatır size. “Bir de buradan bak” der, farklı düşünmenin mümkün olacağına sizi inandırır. Yaşam yolculuğunda keyifli duraklardır bunlar. Sanattan başka ne var ki ruhumuza böylesine iyi gelen? Bana da en iyi gelen şey okumak ve yazmaktı, ben de Kapı’yı yazdım.
Kapı, fiziksel varlığının dışında yüklendiği sembolik anlamlarla da hayatımızda önemli bir yere sahiptir. Ne çok kapıları vardır hayatımızın; kapalı kapılar, aralık kapılar, açık kapılar, dönem kapıları, edebiyatta ve sinemada gizli geçitlere açılan kapılar… Kapı, mekânları ve zamanı birbirine bağlar. İçi ve dışı, girişi ve çıkışı, gizli ve açık olanı, özgür ve tutsak olanı ayırır birbirinden. Cezaevi kapısından adımını atan biri için o kapı tutsaklıktır, evinin kapısından çıkan biri için özgürlüktür, evini yeni alan biri için o kapının eşiğinden geçmek umuttur. İçinde ölen birisi için cenaze kapısıdır… Kapı eşiklerini ise hayatımızdaki aşamalar olarak düşünebiliriz. Doğum, çocukluk, gençlik, evlenme, ebeveyn olma, emeklilik, yaşlılık, ölüm... Bunların hepsi ve daha fazlası ötekine geçmek için birer eşiktir. Ve biz bu eşiklerden geçerken yeni kimlikler edinir, yeni kişilere dönüşürüz. Eşik, bekleyen için de çok şey ifade eder. Eşikte bekleyen kişi kararsızdır, ötesinin ona nasıl bir hayat sunacağını bilmemenin tedirginliğini yaşar. Her bir karar anı, eşikte bulunduğumuzu hissettirir. Şu an bir kapının önündeyseniz, ardında sizi nelerin beklediğini hayal ediyorsunuz? Üzerine hiç düşündünüz mü; bugüne dek hangi eşiklerden geçtiniz ya da geçmediniz?
Kitabıma ilham kaynağı olan; yaşamımın her anını değerli ve anlamlı kılan tanıdığım ve tanımadığım bütün insanlara, canlılara, doğaya ve en önemlisi nasip eden Allah’a… Aileme, maddi ve manevi desteğini esirgemeyen eşime, her daim bana güç ve yaşama sevinci veren canım oğluma sonsuz teşekkür ederim. Benden bütün edebiyat dünyasına ve insanlığa hatıra olsun.