İş çıkışı, ortalığa iyiden iyiye karanlık çökmüş ve hafif yağmur yağmaya başlamıştı. Adımlarımı hızlandırmış, beş dakika sonra gelecek olan dolmuşa yetişmeye çalışıyordum.
Karanlığın ve yağmurun ruhuma kattığı manevi değerlerden olsa gerek kendimi hayat karşısında güçlü, insanlık adına umutlu hissettiğim, bu eve gitme serüvenim sırasında, karanlıkta tam olarak göremediğim ancak usulca köşedeki yere çömelmiş, yağmurdan korunmaya çalışan küçük bir çocuğu fark ettim. Neden bilmiyorum dönüp bakmadan yürüdüm. Yol boyunca görmek istemediğim, hayatın acımasızlığı ile dünyanın aslında güzel bir yer olduğu arasındaki çelişik düşüncelerimle baş etmeye çalıştım. Ertesi günün akşamında, o yağmurdan köşeye sinmiş çocuk yerine iki eli cebinde, omuzları dik bir şekilde iki araba lastiğinin arasında duran bir çocuk gördüm. 6 ya da 7 yaşında olduğunu tahmin ettiğim çocuğa sordum, canım ne yapıyorsun burada? Büyük bir özgüvenle çalışıyorum abla, dedi. Ne iş yapıyorsun ki dedim? Bu araba lastiklerini bekliyorum, dedi. İyi, kolay gelsin dedim ve yola devam ettim. Ama bu sefer ruhumu da orada bırakmıştım. O da bende tonlarca aslında cevabını bildiğim ama hiçbir zaman anlayamayacağım soruları bırakmıştık geride. Neydi yaşamak? Bir çocuğun çocukluğunu ıskalaması, kocaman bir yetişkin gibi görünmesi mıydı? Adını bile soramamıştım. Hayat hikayesini bilsem ne olacaktı ki? Neyi değiştirecektim? Ona ne vaat edebilirdim? Sorular beynimde canlandıkça, içim acıyor, istemsizce gözlerim doluyordu. Ne var bunda canım erken yaşta hayatı öğreniyor, alın teri ile para kazanıyor, denilebilir. Belki kendisi de böyle düşünüyordur. Oyun alanlarında, okulda ya da sıcak evinde olması gereken yaşta, onun da normali çalışmak olabilir. Gözünü böyle bir dünyaya açmıştır, belki de mutludur.
Bu şekilde düşünmeye çalıştığım sırada ana yoldaydım ve kırmızı ışıkta dahi durmaya tenezzül etmeyen lüks arabaların son ses müzikle nasıl geçip gittiklerini izliyordum. Gerçekler nasıl da yüzüme çarpıyordu şimdi, nasıl da kendimi kandırmaya, ikna etmeye çalışıyordum. Hayır hayır bu durum adil değildi, en temel insani hak olan yaşamak, bir başkasının kurallarıyla en basiti biyolojik olarak hassas olan çocukların elinden alınamazdı. Bu durum normal değildi, normalleşmemeliydi. Biliyorum ki gözlerine tam bakamadığım o çocuk, içgüdüsel olarak bile kendisine haksızlık yapıldığını, hakkının çalındığını biliyordu. Sadece bilmediği, adeta bir kuzu gibi bu düzene uymayabileceğiydi. İstenirse değiştirilebileceğiydi.
Türkiye’de ve dünyada binlerce çocuğun çocukluğunu yaşamadan, yorgun bir yetişkin gibi yaşamını sürdürdüğünü, istatiksel olarak, ruhsuzca anlatabilir, bu yazıya dökebilirdim. Ama bu sayısal veri olarak kalırdı. Gözümde büyürdü bu hayat ve düzen. Oysa şu an sadece o çocuğu düşünüyorum. Bir hayat kurtarmak, daha doğrusu bir yaşamı geri vermek için mücadele etmek ne kadar da anlamlı ve kutsal. Şimdi, ses çıkarmanın anlamlı bütünlüğüne daha çok inanıyor ve yaşamın herkes için kıymetli olduğunu bir kez daha idrak ediyorum. Ve Edip Akbayram’ın şarkı sözlerinin en güzel nakaratı ile güzel günlere inandığımı bir kez daha söylemek istiyorum.
“İnanın güzel günler göreceğiz çocuklar
Güneşli günler göreceğiz
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
Işıklı maviliklere süreceğiz.”