Çocukluğumuzda oyun oynadığımız, maçlarımızı yaptığımız oyun alanı. Yemyeşil çevresi ile bizi kucaklayan koca koca badem ağaçları. Koca bir devi andırıyorlardı. Bir gün, bir futbol maçı sırasında büyük bir gürültü ile devrildi en büyük olanı. Korkunun önünde şaşırmıştık açıkçası. O dev bir anda üç parçaya bölünmüştü. Üstelik yerde yatarken boylu boyunca çok da küçük görünüyordu. Koca gövdesini içten içe kurtlar yemiş, süngere çevirmiş. Ama biz onun bitmişliğini devrilince anladık.
GURBETTE BULUŞANLAR
Sene 2003, Aralık ayı. Grossebergstraße. Yerdeki buz sanki ayakkabımı delip topuklarıma saplanıyor. Soğuk, ayaz. Deniz Kiosk önündeyim. Sıcak bir kahve ile içimi ısıtmak adına ilk adımımı attım içeri. Ve o günden sonra bir ayağım hâlâ içeride kaldı, alamıyorum. İçerisi bir kioska göre biraz kalabalık. Arka bölümde iki basamak yüksekte kalan üç ya da dört metrekarelik alanda yaklaşık beş kişi Türkçe konuşup, şakalaşıp, gülüp kahkaha atıyorlar. Almanya'daki ilk günlerimin, yalnızlığımın kırıldığı, ısındığı nokta. Kahvemi içerken başlayan sohbet ileride yerini kardeşçe paylaşımlara kadar götürdü. İzmirli Hakan, Denizli-Alaaddinli şimdilerde Billstedt'teki Orkinos'un sahibi İsmail ya da İso, Cafe Munzur sahibi Haydar Abi, posbıyık Mustafa ve diğerleri. O dört metrekarelik yerden onlarcası geldi, geçti. İçilenler sonrasında yükselen çıta ile çiğköfteler, ciğerler. Küçük bir köy kahvesi gibiydi tam anlamıyla o üç metrekare: sohbet sıcak, insanlar sıcak.
ÖZGÜR
Bir gün elinde gitarı, uzun siyah ceketi, Tarık Akan-Antonio Banderas arası, uzun boylu, biraz uzun ve kıvırcık saçlı biri girdi içeri. Çok konuşmayan, ciddi duruşu: sanki birazdan belinden silahını çekerek herkesi vuracak havası ile Özgür. Kardeşim. Çok güzel gitar çalar, biraz da mırıldanırdı arada. Tek başına yaşar, arada sokakta acıdığı evsizleri eve götürüp misafir ederdi.
Dolu dolu bir yirmi yılı vardır dostluğumuzun. Grossebergstraße ve Altona'da tanınmış bir sima. Hayatın yükü onun bünyesinde baskılı, zararlı etkilerini göstermiş; eritmiş birçok şeyi. Hem zihninde hem de duruşunda. Tam anlamıyla bilmesek de gerçek hikayesini, anlatılan ama doğru ama yanlış şehir efsaneleri ile biliriz onu. Yavaş yavaş biten hayat ışığı ile daha da yalnız ve güçsüz kaldı Özgür. Bu kadar mı zalim olur hayat? Ve bir o kadar da kindar. Ne duruşu kaldı gençliğinden, ne kafası, ne de evi kaldı. Yırtık pırtık giysileri, kirli sakalı, çürümüş dişleri ile sokağın bir parçası oldu en sonunda. O ve daha onlarcası. Çoğumuza göre deli, kokan, tehlikeli, iyimser anılarımızda varsa cepteki bozuklukları verdiğimiz ve gittiklerinde hiç aklımıza gelmeyenler.
Sokaklar geçmişte, hatta yakın geleceğe kadar normal hayatları; eşi, çocukları, işi gücü olan, toplum içerisinde bir sosyal konumu olan evsiz, meczup insanlar ile dolu. Bir noktada kırılan zincir, belki o an bir yardım alabilseydi hayat tekrar eskisi gibi devam edebilecekti. Bir anda 180 derecelik değişimi bizlere yaşatabilecek yaşam sistemi içerisindeyiz artık. Soğan zarı kadar ince olan bu geçiş hattında güçlü sosyal ilişkilerimiz ile ayakta durabileceğiz dostlarım.
Yalnız kalmayacağımız günler için, “Acaba bir gün onların yerlerinde olacak mıyız?” diye düşünmediğimiz anlar için toplanın, toparlanın.
Sen her halinle sadece:
“Gülümse!”