Kibar ÖZKAN


Sözün Yükü ve Sessiz Baskılar

Toplumsal nezaketin gölgesinde gizlenen görünmez baskılar, birey olmanın sorumluluğuyla yüzleşmemizi gerektiriyor. Çünkü söz, sadece dile değil; kalbe de dokunmalı, incitmeden…


Tebrik etmeyi biliyor muyuz gerçekten? Ya da teşekkür etmeyi, göz aydınlığı vermeyi, bir acıya başsağlığı dilemeyi? Sözün, duygunun ve nezaketin bu kadar açıkça tanımlandığı geleneklerden geliyoruz. Kültürümüz, görgü kurallarımız, adetlerimiz... Bunlar sadece yaşanmış değil, aynı zamanda yaşatılmak istenmiş değerlerdi.

Yine de bazı kalıplar var ki, kulağa temenni gibi gelse de içinde gizli bir baskı, görünmeyen bir toplumsal yargı taşıyor. Örneğin, biri evlendiğinde ya da yeni bir işe başladığında “Allah utandırmasın” deriz. İlk bakışta iyi niyetli gibi görünür bu söz. Ama alt metni düşündüğümüzde: Neden utansın ki? Evlenip boşanmak, işe girip başarısız olmak neden bir utanç vesilesi olsun?

Belki sadece denemiştir. Olmamıştır. Denemek başlı başına bir cesarettir. Fakat biz, denemeyi bile bir performans sınavına çeviriyoruz. İnsanları daha ilk adımlarında başarıya mecbur bırakıyor, farkında bile olmadan onları görünmez bir yargı duvarının içine hapsediyoruz. İşte burada başlıyor o "toplumsal diktatörlük." Kimse ilan etmiyor, kimse zorlamıyor gibi görünse de hepimiz o düzene uymazsak dışlanacağımızı biliyoruz.

Bir başkasının hayatına neden bu kadar kolay müdahale edebiliyoruz? Kendi eksikliklerimizi, kusurlarımızı gizlemek için mi başkalarının açıklarını arıyoruz? Kendi hayatımızla baş edemediğimizde, başka birinin yaşamını kurcalayarak mı rahatlıyoruz? Ve en acıklısı şu: Birini kırdığımızı fark ettiğimizde üzülüyoruz aslında. Ama bu üzülme, çoğu zaman çok geç kalmış bir pişmanlığa dönüşüyor.

İnsan, bireyselliğini tam anlamıyla yaşayamadan toplumsallaşmış bir varlık. Hayatta kalma güdüsüyle birlikte bir grubun parçası olma ihtiyacı hep var. Ancak bu toplumsallaşma, zamanla bireyin özgürlüğünü, seçimlerini, hatta duygularını bile bir avuç kuralın içine hapsetmiş. Aydınlanma döneminde rasyonalite ve birey ön plana çıkarılmış olsa da bugün birey olmak, sadece "ben böyleyim" demekle sınırlandırılıyor. Oysa birey olmak, düşüncesizce konuşmak ya da karşısındakini yok saymak değildir. Birey olmak; hem kendini bilmek hem de başkasının varlığını, sınırını, haklarını tanımaktır.

Bugün, toplumsal ilişkilerde belki de en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, nezaketin ve denge arayışının geri dönmesi. Her şeyin gözümüze sokulduğu, yaşamın hızla kirlendiği bu dünyada, insanın kendi iç dengesine yönelmesi en büyük devrim olabilir. Çünkü birey olmak, bir tercih değil; bir sorumluluktur. Hem kendine hem başkasına karşı…

Ve belki de bütün bu karmaşanın içinde tek yapmamız gereken şey şudur: Başkasının hayatına saygı duymak. Onun sevincine ortak olurken baskı yaratmamak, acısına sessizce eşlik ederken onu daha da ezmemek… Çünkü insan insana, ancak bu şekilde iyi gelir.

 

Adıyaman

23.05.2025

  • İMSAK 03:23
  • GÜNEŞ 05:04
  • ÖĞLE 12:29
  • İKİNDİ 16:20
  • AKŞAM 19:43
  • YATSI 21:17

Lübeck Polisi 51 Yaşındaki Zanlının Peşinde

“Türkçenin Geleceği Okulda Şekillenmeli!”

Trend değişti: Hamburg’da yeniden daha fazla konut inşa ediliyor

Yunus Şevik’ten Guinness’e Korku Dolu Başvuru

David Nemeth, St. Pauli ile Yola Devam Ediyor

Imhof: „Dieses Weiter-so ist ein Besser-so für Hamburg“