Kibar ÖZKAN
Tarih: 19.02.2023 22:14
TARİH TANIK YAŞADIKLARIMIZA
“Doğa ile arandaki savaşta doğanın yanında ol.” minvalinde bir söz okumuştum. Hayattaki tüm ölçütlerimi de doğa yasalarını baz alarak belirlerim. Bir yaratıcının tüm bu döngüyü var ettiğine inansak dahi somut olarak söyleyeceğimiz her şeyi doğaya bakarak söyleyebiliriz, söylemeliyiz.
Doğanın yanında durmayı değil de aksine onu umursamamayı seçtiğimiz zaman gerçekleşen deprem gerçeğini katmer katmer olan bir acıyla yaşadığımız bugünlerde, bu yaşanılanların bir korku filminden alıntılanmadığını, yaşamlarımızın tam ortasında olduğunu Kahramanmaraşlı arkadaşım Can ile konuşurken idrak edebildim ne yazık ki. Can, ailesiyle birlikte kurtulduklarını, şimdi de gecenin bir vakti girilmeyen sokak aralarındaki cesetleri topladıklarını söyledi. İstemsizce “Nasıl yani Can? Ne demek istiyorsun? diye sordum. Can, yaşadığı şoktan mı yoksa durumu erken kabullenmesinde mi bilemediğim sakin bir ses tonuyla “Evet, cesetleri topluyoruz.” dedi. “Bir yerden başlamak gerek yoksa daha fazla kokacaklar.” diye de ekledi. Peki, diyebildim. “Bir ihtiyacın var mı?” diye sorduğumdaysa “Saçma sapan kıyafet göndermeyin, şu acının içinde her gün kıyafet değiştirecek hâlimiz yok, elektrikler kesik olduğu için el feneri tarzı şeylere ihtiyaç var.” dedi. Daha fazla sürdüremedik konuşmayı. Kokmasın diye ceset toplayan depremzede bir arkadaşımla daha fazla ne konuşabilirdim ki? Hangi cümle anlamını yitirmezdi?
Mesaj yoluyla ulaşabildiğim yıllanmış arkadaşım Adıyamanlı Yasemin iki gün sonra mesajıma cevap vermişti. “Ben ve ailem iyi ama burada durumlar çok kötü, evlere giremiyoruz, depo gibi bir yerde kalıyoruz.” dedi. Ona “Sizin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sorduğumda ise “Yok canım, teşekkür ederim.” demesi, o mütevazı, nezaket dolu yaklaşımı beni daha da çok duygusallaştırdı. “Hayır ya hayır bu insanlar bunu hak etmediler.” dedim boğazıma düğümlenen ince bir sitemle ama bu, gerçeğin ta kendisiydi.
Son olarak kendi inisiyatifi ile tamamen bağımsız bir şekilde Kahramanmaraş’a giden yakın arkadaşımla konuştum. Psikolojisi alt üst olmuş hâldeydi. Parmağını tutan bir çocuğun kurtarıldıktan iki saat sonra hayata veda etmesini kabul edemiyor, kendine kızıyordu. “Neden daha önce gitmedik, neden geç kaldık?” gibi sorularla kendini paralarken hayata kırılmıştı. Normal rutinlerine dönmesi zaman alacaktı belli ki. Bana kalırsa içinin rahat olması gereken kişilerin başında geliyordu. Çekinmemiş, canını ortaya koymuştu, maddi ve manevi yardımlarda bulunmuştu. Bir düşünürün sözünü anımsadım: “Bu dünya hassas kalpliler için bir cehennemdir.”
Hayatlarımızı etkileyen büyük olaylar sonrası yaşadığımız olgular büyük ölçüde bizi dönüştüren durumları barındırır. Toplumsal olarak çok boyutlu açıdan yaşadığımız bu deprem olayı ise bizi nereden baksak sarsan bir tablo ile karşılaştırıyor. Günün sonunda elimizde kalan, tek cevabı olmayan ya da cevapları aslında içinde bulunan sorulara birçok açıdan baktığımızda ise kırgınlığın, kızgınlığın, isyanın, adaletsizliğin, yoksulluğun, hayatın anlamının kişisel olarak da toplumsal olarak da gece veya gündüz, yemek yerken ya da uyanırken bizi yakaladığına şahit oluyorum. Sormayanların da sormasını temenni ediyorum. O çok boyutlu soruların bir kısmına bakalım.
SORULAR
Deprem kuşağı bir ülkede yaşadığımız bilgisini yüz kişiden kaç kişi biliyordu ya da duydu?
Depremde yıkılan binaların faturasını da cahil, eğitimsiz diye ince bir kibirle yerdiğimiz halka mı mal edeceğiz?
Sağlam bina yapmanın, sadece kâr hırsıyla yanıp tutuşan bir müteahhidin vicdanına bırakıldığı gerçeğiyle nasıl baş edeceğiz?
Biraz daha erken müdahale edilseydi hangi hayatları, hayalleri kurtaracaktık? Bu bilinmezliğin kâbusundan bu toplumu kim kurtaracak?
Peki, ya depremi yaşayanlar ne hissetti? Ölümü saniye saniye bekleyenler en son neyi düşündü?
Açlık, susuzluk, soğuk, gece ve çaresizlik duygusuyla aynı anda nasıl baş ettiler?
Çocuklarına kendini siper eden anne, son olarak çocuğunun akıbetinin ne olduğu düşüncesiyle nasıl baş etmiştir?
Peki, şimdi ne olacak?
Yarım kalan hayatlar nasıl devam edecek? Hadi, ölümün çaresi yok! Gerçekten nefes aldığın sürece yaşam vardır, düşüncesi yeniden başlatabilecek mi hayatı yoksa yine güçlü olan bir şekilde tutunup geriye kalan masumlar fakirliğe, umutsuzluğa terk mi edilecek?
Şok etkisiyle yapılan yardımlar, gönüllü naralar iki hafta sonra unutulup ölüm var, düşüncesiyle “Her aşırılığı yaşayalım.” bencilliğine yenik mi düşecek?
Bir ya da birkaç uzvunu kaybedenlere acıyarak bakacak, sonra onları yeniden bir hayal kırıklığının içine mi terk edeceğiz?
Başımız sağ olsun. Umudumuz yine de diri olsun.
Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —