Eskiden bostanları sulamak için kuyudan su çekerlermiş. Bu suyu çıkarmak için de katır bağlar ve kuyunun etrafında dönüp dururmuş. Böylece üzerine küçük kovalar yerleştirilmiş büyük çark döner ve suyu yukarı çekermiş. Su, arklara dökülür ve bahçe sulanırmış. Dönüp durduğunu anlamasın diye katırın gözlerini bağlarlarmış. İşte bu kuyuya ‘bostan dolabı’ denir.
Aslında hepimizin hayatı bostan dolabına benziyor; dönüp dururken gözlerimizdeki bağda gündelik şeyler, ev, ekmek gailesi... Hayat bir bostan dolabıdır. Bazen monotondur; aynı şeyleri yapmak yorar ve zorlar. Bazen de, başkalarının bizim için çizdiği yolda mecburen ilerlemek zorunda kalırız. Sebep her ne olursa olsun, hep ileriye doğru yol almak zorundayız, ama dengemizi kaybetmeden. Kaç kişi kendi çizdiği yoldan ilerlemeyi başarabiliyor ki bu hayatta?
Aslında nefes aldığımız yer'le, boğulduğumuz yer aynıdır çoğu zaman. Ne nefes almaktan vazgeçebiliyoruz, ne de boğulmaktan. Hepimiz gün geliyor, gitmek arzusuyla yanıp tutuşuyoruz; hesap etmeden, haritaya bakmadan. Gidemiyoruz da, kalamıyoruz da; ikisinin arasındaki sıkışmışlıkta boşuna bir mucize olmasını bekleyip duruyoruz. Yıllar böylece akıp giderken, bir de bakmışız ki hiç farkında olmadan yaşama sevincimizi kaybetmişiz. Üzerinden zaman geçince, varmakta anlamını çoktan yitirmiş oluyor; insan gittiği yerde aslında sadece kaybettiği duygularını arıyor.
Aradığı yerin, kaybettiği şeyin ve kendisinin üzerinden çok sular akmış oluyor. Zaman fazlasıyla aşındığı için, bulmak imkansız oluyor. Sonunda gitmekte, kalmakta artık anlamsızlaşıyor. Ayrılık ya da özlemek değil; en büyük acı, giderek büyüyen boşluğa dönüşüyor nihayetinde. Hayat dediğimiz içimizdeki boşlukları doldurma çabasıydı çoğu zaman; yapboz parçalarını yerleştirmeye uğraşmakla geçen zamanlar eksiliyordu ömrümüzden boşu boşuna.
İşte o boşluğa bodoslama dalmamak için; hep bir gaileye, yetişmesi gereken bir telaşeye sarılıyor insan. Durursa düşeceğinden değil de, düşüneceğinden korkar en çok da ve koşar durur işte. Yine gün ağarır ve biraz sonra da yola çıkan arabaların sesi böler sessiz geceyi. Yolculuk bir kez daha başlar. Bu yolculukta artık para, tarifeler, beklentiler, randevular, taksitler, iş ve korkular olur. Bir kez daha anlayacağız ki, beyhude telaşlar hiç bitmeyecek, biz hiç durmayacak, yüzümüzü güneşe dönecek vakit bulmayacağız.
Bir demir ile mıknatıs düşünün; birbirleriyle uyumlu oldukları için birbirlerini çekerler. Biz demirin mıknatısı çektiğini düşünürüz ama hakikat farklıdır; güçlü olan hareket halinde olan mıknatıstır ve mıknatıs demiri çeker. İşte biz de zamana yani mıknatısa yön verdiğimizi, bir demir olarak kendi kalıplarımızda yaşadığımızı düşünürken, aslında zaman bizi durmadan kendisine çeker. Demir olan bizler istesek de, istemesek de nihayetinde mıknatısa dönüşür, zamanın içinde kaybolup gideriz. Ne geçmiş hasreti, ne gelecek hasreti. Beni asıl üzen, şimdinin ele avuca sığmaz, uçucu hali. Her şeyin bir sonunun olduğunu bilmek, an'a yoğunlaşmama engel oluyor.
İçinden geçtiği an'ı, elini uzatsa dokunacağını sandığı en yakınındaki zaman parçasını bile, katiyen tutamıyor insan. Güzel bir anın sınırları olduğunu bilmek, yaşayacağım mutluluğu heba ediyor. Soluğumu bıraktığım an, onu eskitip hızla maziye gömüyor. Zaman içindeki kontrolümü yitiriyorum. Sabahın ve akşamın nasıl gelip gittiğini anlayamıyorum. Şimdinin imkansızlığı diye bir şey var; tutamıyorum da, tutunamıyorum da. Geçmişi acıklı kılan ise, bir daha dönmemek üzere gittiğini bilmek.
İnsan kırk yaşına gelince; kendinin uzağında, tuhaf bir şekilde de farkında hissediyor. Kendimi kaybolmuş gibi değil de, kendimi bulmuş ama kaybetmiş gibi hissediyorum artık. Bu da zamanın bin bir oyunundan biri kuşkusuz.
İnsanlar üçe ayrılırmış; geçmişte yaşayanlar, bugünde yaşayanlar ve gelecekte yaşayanlar. Geçmişte yaşayanlar hep maziyi kurcalar, keşkelere, pişmanlıklara takılıp kalırmış. Gelecekte yaşayanlar, yarının kaygılarından burnunun ucunu bile göremezlermiş. Bugünü yaşayanlarsa; çocuklardan ve delilerden ibaretmiş. Deliler zamanın gerçek sahipleriymiş; geleceğin ve geçmişin kaybolduğu tek akıl, terk edilmiş bir akılmış çünkü.
Zaman içinde yaşanan hiçbir acı, tanınan hiçbir insan, gidilen hiçbir şehir, ezberlenen hiçbir şarkı, gözden akan hiçbir yaş, hiçbir hata ve hiçbir sevgi boşuna yaşanmamıştır aslında. Vakti gelince her birisi mutlaka bir anlam ifade eder, yokuşlarda elimizden tutar. İnsan yolculuktur ve yürüyüp geldiğimiz o yolların aydınlığını veya karanlığını taşırız hep, gece ile gündüz gibi. Yürüyüp geldiğimiz yollara dönüşür, yürüdükçe bambaşka birine evriliriz.
Sonra yaşımız ilerledikçe anlarız ki; yalnızız aslında. Yolumuza dahil olanlar olur, yoldan çıkanlar olur, yolda sorun çıkaranlar olur ama hepsi geçip gider yanımızdan bize bin bir şey katarak. Freud; "insan, karşılaştığı kişilerin kalıntısıdır" demiş. Sonuçta anlarız ki; sevinçlerimizle, kederlerimizle, kahkahalarımızla, gözyaşlarımızla, içimizdeki cümle duygularımızla baş başayız.
Eski fotoğraflarda, eski filmlerde ve eski şarkılarda, artık geri gelmeyecek günlerin hasreti asılı kalır. Zaman geçiyor, alışkanlıklar da yoruluyor ve insan birçok şeye karşı heyecanını yitiriyor. Nihayet kaybedince de anlıyor, kalbi cezbeden heyecanın da, hevesinde ne kadar güzel bir his olduğunu.
İnsanı yaşlandıran seneler değil, azalan ve tükenen heyecanları ve umutları... Duygularımızda yaşlanır zamanın elinde, yaşlanmakla da kalmaz sadece; solar, yorulur, heyecan tükenir, anlamlı sandığımız ne varsa anlamını yitirir. Doğrular yanlışa, yanlış sandıklarımız doğruya dönüşür. Kendimizi sevdiklerimizle savaşırken ve nefret ettiklerimle sevişirken de buldurur. Tersimiz düz, düzümüz de ters olur. Sözlerimizi geri de aldırır, yazdıklarımızı yırtıp, yeni 'den de yazdırır.
Zamana uyum sağlamak için hünerli hayvanlar gibi oluruz sonunda; girdiğimiz ortama göre şekillenmeyi, bu kalemun gibi rengimizi değiştirmeyi, kertenkeleler gibi kuyruğumuzu kesip atmayı, kanat takmayı, sürüngenler gibi yerlerde sürünmeyi öğreniriz. Velhasıl kelam, zımpara gibi öğretir hayat, burnunu sürte sürte...
Zamanla değişmeye mahkumuzdur insan. Zamanla diretmek azalır, vazgeçmek artar. Konuşmak azalır, susmak artar. Kahkahalar azalır, hüzünler artar. Cahillik azalır, tecrübe ve bilgelik artar. O yüzdendir ki hep deriz ya, keşke şimdiki aklımızla gençliğimize dönebilsek… Çünkü orada zaman boldur, enerji çoktur ve umutlar hala denizler kadar büyüktür. Çocuk halimize dönemeyeceğimize göre; ara sıra olsa da hissetmek için, deliliğin sınırına varmak gerekir sanırım…
“İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların “tecrübe” dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kesmiş bir insana “tecrübeli” denilir.” Sigmund Freud
Hayatın içindeki bu karmaşık ilişkiler, duygular ve zamanla değişen algılar, her birimizin yaşam deneyimleriyle şekilleniyor. Her anın, her yaşın, her duygunun değerini bilmek, zamanın kıymetini anlamak için belki de zamanın bize sunduğu en büyük derslerden biridir. Zamanın eliyle şekillenen hayatımızda, kendi değerlerimizi, isteklerimizi ve gerçek arzularımızı unutmamak, zamanın akışına kapılmadan, kendi içimizdeki dengeyi bulmak önemlidir.